Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünden Arş. Gör. Zeynep Savaşçın’ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
1975 İstanbul doğumluyum. Lisans eğitimimi Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde tamamladım. Ancak asıl çalışmak istediğim felsefe alanındaki eğitimime 2000 senesinde Galatasaray Üniversitesi’nde başladım. Halen bu üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışıyorum.
İki yüksek lisans tezimi ve doktora tezimi siyaset felsefesi ve hukuk felsefesi alanında yaptım. Yine aynı alanda makaleler yazdım ve çeviriler yaptım. Kant ve Hegel’in Felsefelerinde Siyaset, Ahlak ve Hukuk İlişkisi üzerine yaptığım doktora çalışmamda, özellikle kamusallık ilkesi, yurttaşlık, ifade özgürlüğü, doğal hukuk konularında çalıştım ve bu konularda dersler veriyorum.
İtiraf etmeliyim ki bu savunma metnini yazmak benim için hiç de kolay olmadı. Bunun iki nedeni var.
İlki, daha önce izlemiş olduğum akademisyen hocalarımın ve arkadaşlarımın davalarında edindiğim izlenim; yani yapmış olduğum bu savunmanın içeriğinin sizlerin kararı üzerinde etkisi olup olmadığını bilememek.
İkincisi ise, bir suç olarak görmek şöyle dursun, başka türlü davranmayı insanın kendisine yakıştıramayacağı bir durumu savunmak zorunda bırakılmanın ağırlığı.
Her iki zorluğa rağmen yine de yazabilmek için ihtiyacım olan gücü ise biraz benimle birlikte yargılanan meslektaşlarımdan, biraz da mesleğimden aldığımı söylemeliyim.
Barış için Akademisyenler bildirisini imzaladığım tarihte çoğu insan gibi ben de Güneydoğu Bölgesi’nden gelen çatışma haberlerinden, sivil halkın can kayıplarından, özellikle de çocukların yaşadığı acılardan büyük üzüntü ve çaresizlik duyuyordum.
Kamuoyuyla paylaşılan ve benim de altında imzamın olduğu metin, çatışmaların sona ermesi ve müzakere sürecinin yeniden başlaması için yapılmış olan bir çağrıydı. Görünür kılınmak istenen şey, bir yandan sivil ve asker birçok insanın ölümüne neden olan hak ihlalleri, diğer yandan huzur ve barış içinde yaşama hakkının tesisi için atılması gereken adımların aciliyetiydi.
Bu çağrının altında adımın yer alması açısından, akademisyen olmamın hiçbir önemi yoktu. Nitekim bu bildirinin öncesinde ve sonrasında benzer kaygıların ve benzer çağrıların farklı pek çok meslek grubu tarafından dile getirildiğini de biliyoruz.
Bana göre “Bu suça ortak olmayacağız” başlığını taşıyan metnin amacı, en azından, bölgede yaşayan sivil halkın maruz kaldığı hak ihlallerine ve can kayıplarına sessiz kalmayı reddederek ve bunu bir yurttaş dayanışması ve yurttaş sorumluluğu gereği yaparak, barış umudunu canlı tutma çabası olabilirdi.
Oysa geldiğimiz noktada, bildirinin duyurulduğu tarihten bu yana, metnin altında isimleri yer alan akademisyenlerin hedef haline gelmesi, işlerinden atılmaları ve açılan davalarda terör propagandası yapmakla suçlanmaları, bu amacı, dolayısıyla metnin asıl görünür kılmak istediği şeyi gölgede bırakmış, barış üzerine konuşabilme imkânımızın bir kez daha önü kapanmıştır.
Bu nedenle, ne kadar böyle olmasını arzu etmemiş olsak da, bu metnin artık yadsıyamayacağımız bir başka tarihi var.
Hak ihlallerinin karşısında durmak ve barışı savunmak için kaleme alınmış olan metnin kendisi bir başka hak ihlalinin konusu olmuştur ve mevzu barışı savunmaktan çıkıp ‘barışı savunabilme hakkımızı savunmak’ halini almıştır, yani bir başka deyişle ifade özgürlüğümüzü savunmak.
Bu bildiri metni başka türlü düşünmeye imkân vermeyecek şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ne ve yurttaşlarına seslenmektedir. Söz konusu dönemde bölgede yaşananlar konusunda duyulan kaygının da, hak ihlallerinin giderilmesi ve barışın yeniden tesis edilmesi konusundaki talebin de muhatabı, bir yandan kendisine seslenilen kamu, yani diğer yurttaşlar, diğer yandan yurttaşları olduğumuz devlettir.
Bildiri metninde yer alan eleştiriler ancak, demokrasilerde toplum ve devlet arasındaki ilişkinin, dolayısıyla yurttaşların bir arada yaşamın örgütlenmesi ve yönetimi üzerinde sahip olacakları sözün, kamusallık ilkesi çerçevesinde dile gelmesi olarak nitelenecek düşüncelerdir.
Bu düşüncelerin de tartışılabilmesini güvence altına alan yine aynı kamusallık ilkesi olmalıdır.
İfade özgürlüğü, sadece düşüncenin kendisini kamusal alana açabilmesinin değil, aynı zamanda bu kamusal alanın, yani yurttaşlar arasında bir diyalog ve tartışma zemininin oluşabilmesinin de koşuludur. Bu yönüyle kamusallık ilkesi özgürlüğün toplumsal niteliğini tümüyle görünür kılar.
Bu nedenle ifade özgürlüğünün engellenmesi, bireysel bir hak ihlalinden fazla bir şeydir; kamusal alanda tartışma yoluyla varılabilecek bir uzlaşmanın önünü kapayacağı için, yurttaşlık bağının zedelenmesine de neden olacaktır.
Dolayısıyla, ifade özgürlüğünün korunması, düşünce ve eylemlerimizin, ancak ortaklaşa kurabileceğimiz bir hakikat ile ilişkisi bakımından vazgeçilmez bir gerekliliktir. Kant’ın sözleriyle, “kamu yaşantısının tüm yükleri arasında yine de elimizde kalan tek kıymetli şey”dir ifade özgürlüğü.
İmzalamış olduğum bildirinin, metnin özünde dile gelen barış talebi göz ardı edilerek hatta yadsınarak, terör örgütü propagandası iddiasıyla dava konusu olması, kanaatimce en çok bu yurttaşlık bağına zarar vermiştir.
Ben, “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamanın, hem bir hak, hem de bir yurttaş sorumluluğu olarak ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine; ayrıca yaşadığımız dünyada anlamını yitirmiş gibi görünse de, insanların barış içinde yaşama umudunu korumasının, hem toplumların kendi gelecekleri üzerinde bir etkiye sahip olmaları, hem de kişilerin ahlaki ve siyasi varoluşları açısından vazgeçilmez olduğuna inanıyorum.
Üzerime atılı suçlamayı kesinlikle kabul etmiyorum. Terör örgütü propagandası yaptığım iddiasını ve adımın terörle ilgili bir suçla anılmasını reddediyor, beraatimi talep ediyorum. (ZS/TP)