Gazeteci- ressam Zehra Doğan’la İstanbul’da Jin Haber Ajansı’nda gazetecilik yaptığı dönemde karşılaştığımızda, Hemşin yaylalarından söz eder, oraya birlikte gitme hayali kurardık.
Zehra, Temmuz 2016’da ilk tutuklanıp Mardin Cezaevi’ne konulduğunda, ona mektup göndermek yerine Hemşin yaylalarından fotoğraflar gönderdim.
Bu sefer mektuplar üzerinden Hemşin hayali kurmaya başladık. Zehra, Aralık 2016’da yargılandığı davanın ilk duruşmasında tahliye oldu.
O, Diyarbakır ve İstanbul, ben Rize ve İstanbul arasında gazetecilik yaptığımdan bir türlü denk getirip, görüşemedik. Zehra, Mart 2017'de Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada "örgüt üyeliği" suçlamasından beraat etti.
Ancak 21 Aralık 2015 – 9 Aralık 2016 tarihlerinde sosyal medyada yaptığı paylaşımlar ve 22 Aralık 2015'te Nusaybin'de 10 yaşındaki bir çocuğun notlarını haberleştirdiği için 2 yıl 9 ay 22 gün hapis cezasına çarptırıldı. Haziran 2017’de cezası onanınca yeniden tutuklanarak Diyarbakır E Tipi Cezaevi’ne konuldu.
Mektuplaşmalar, avukatlar aracılığıyla “selamlar, iyi dilekler” göndermeler, yeniden başladı. Hemşin yaylası gezileri yine ertelendi.
Zehra, 24 Şubat 2019 Pazar günü, cezasının bitmesi nedeniyle Tarsus Cezaevi’nden tahliye edildi.
İstanbul Kadıköy’de bir araya geldik. Söyleşimizi, Kadıköy - Karaköy arasındaki şehir hatları vapurunda yaptık. “Hayaller Hemşin yaylaları gerçekler vapur hatları” tadındaki söyleşiden, geriye, Zehra’nın anlattığı cezaevindeki tanıklıkları, çocukların ve kadınların hikâyeleri, Zehra’nın resme olan tutkusu, mücadele azmi ve sistemli olarak kötülük üreten ve yayan sisteme karşı sevginin gücünün panzehir etkisi kaldı.
En çok neyi özledin?
İlk çıkınca içerdeki arkadaşlarımı çok özledim.
Bir günün nasıl geçiyordu?
Sabah erkenden kalkıp “Rojbaş heval no” ile başlıyorduk kahvaltı, temizlik sonrası arkadaşlarla sanki dünyayı kurtaracak yoğun tartışmalar gerçekleştiriyorduk.
Dünya tarihinde yer edinen sanatın anlamı, tarihsel süreçler üzerine konuşuyorduk. Birçok şey erkek zihniyeti, ataerkil sistem, kadın mücadelesi bunları aylarca konuşurduk. Haftanın belirli günleri resim yapıyorduk. Okuma saatlerimiz vardı. Bunları yaptığımız sırada gizli gizli zindan tarihi üzerine fotoroman çiziyordum. Arkadaşların haberi olmadan yapıyordum. Konuşurken onların yanında çizmek ayıp oluyordu o nedenle onlardan gizli çizdim. Belki çok bilinirse gardiyanlarca engel olunur diye de düşündüm.
Geceleri ranzanın altında çizimleri yapıyordum. Zindan tarihini anlatan çizgi romanımı da kısa bir zaman sonra yayınlamak istiyorum. Atölyem ranzanın altıydı.
Cezaevi koşullarını anlatır mısın?
Tarsus Cezaevi’nde 15 kişilik bir koğuşta 40 kişi kalıyorduk, balık istifi gibi. Herkese yarım metre bir alan yetmiyordu bile. Birileri volta çekmek istese diğerlerinin oturup beklemesi gerekiyordu.
Cezaevi özellikle yaşlılar ve çocuklar için zor. Orada Sise Anne, Sakine Anne, Xace Anne, var. Bunlar yaşı büyük insanlar ve raporları olmasına rağmen cezaevindeler. Eklem romatizması olan arkadaşlar var, hiç biri güneşe çıkarılmıyor, fizik tedavi uygulanmıyor, ilaçları verilmiyor.
Şarkı söylediler diye ceza alıyorlar, iletişim hakları verilmiyor, hücre cezası veriliyor. Hiçbir zaman istediğin zaman malzemeleri vermiyorlar. Birçok yazar arkadaşımız var, onların öykü taslaklarına el koydular. Benim resimlerime el koydular.
Yemekler çok kötü. Mesela, 19 kişilik koğuşa beş kişilik yemek veriyorlar. Yemeklerin içinden kablo çıkıyor, saç, tel çıkıyor. Birçok dilekçe verdik ama hiçbir şey değişmiyor. Çocuklar geceleri hep ağlıyor hepsi eklem ağrısı çekiyor. Hareketsiz kalıyorlar çünkü. Güneşi görme alanları yok. Bu anlamda zorluklar yaşıyorlar.
“Çocuklar geceleri birbirlerine seslenip iyi olup olmadıklarını soruyor”
En çok dikkatini çekenler neydi?
Biraz Ayşe’yi anlatmak istiyorum. Ayşe iki buçuk yaşında bir çocuk. Her uçak geçtiğinde, kuş gördüğünde, “İşte kuş işte uçak” diye çığlık atan bir çocuk. Ayşe, beş aylık bebekken annesi tutuklandı, o yedi aylıkken geldi koğuşa. Konuşmayı cezaevinde öğrendi.
Bu çocuk her uçak geçtiğinde “Kuş beni de uçur beni de ağaçlara götür. Kuş beni de al götür” diye kuşları çağırıyordu. Biz de ona diyoruz, “Ayşe sen de kuşlarla git”. O zaman bize diyor ki, “Ben çıkamam buradan, ben burada tutukluyum.” Kafasını tellerin arasına sokuyor. Olmuyor çıkamıyor. Ayşe hayatında deniz, ağaç, toprak, çiçek, deniz görmemiş bir çocuk.
Ayşe, Dersim ve Çınar cezaevinin çocukları. Üçü de gardiyanları görünce arkasını dönüyor. Biz öğretmedik onlara bunu. Bir şekilde onları protesto etmeye çalışıyorlar. Dersim bebek, gardiyanlar sayıma gelince çığlık atıp bağırıyor. Çocuklar anons yapılınca uykuda olunca fırlayarak kalkıyorlar.
Çocuklar kendi aralarında oyun oynuyor muydu?
Dersim Çınar ve Ayşe, sürekli kapılar kapandıktan sonra o beton yere uzanarak, “Çınar neredesin, Dersim neredesin?” birbirlerini çağırıyorlar. “Sen iyi misin?” diye böyle bağırarak konuşuyorlar. Birbirlerine “Sen iyi misin?” diyerek birbirlerini çağırıyorlar sohbet etmeye çalışıyorlar. Gece geç saatlere kadar bu şekilde konuşuyorlar. Çünkü, birbirlerine ulaşamıyorlar. O çocukların birbirini görmesi de yasak sadece haftada bir sporda görebiliyorlar.
“Ben yalnız değilim diye düşündüm”
Ne düşündünüp bu süreci atlattın?
Cezaevinde daha önce birçok insan burayı gördü diye düşündüm. Ben yalız değilim diye düşündüm. İlk beni koğuşa almadan önce yürüdüğüm yolda şöyle düşündüm, “Zehra sakin ol, yalnız da değilsin, iyi olacaksın, her şeye rağmen iyi olacaksın. Ama hiçbir zaman buraya alışmayacaksın” kendime bunu çok söyledim.
Bir süre sonra görmüyorsun olumsuzlukları. Arkadaşların büyük bir motivasyonu var. Kadınların ve erkeklerin birlikte verdiği mücadele sayesinde bir kazanım var. Sürekli yoğunlaşıyorsun. Sürekli yoğunlaşıyorsun kitap okuyorsun, okuduğunu daha iyi anlıyorsun her gün bir konu hakkında konuşuyorsun.
“Ne olursa olsun nefret etmeyeceksin”
Mesela hangi konuları konuşuyordunuz?
Kötülük üzerine çok konuşuyorsun. Faşizm üzerine konuşuyorsun. Faşizm neden var? Kötülük neden var? Buna yoğunlaşıyorsun. Nefret etmiyorsun onlardan. Nefret edince karşındakinden bir farkın kalmaz. Nefretten başka bir şey yapmamız lazım.
Hanndah Arendt gibi. Kendisi Yahudi kampından örnek veriyor. Nazi bir subayı anlatıyor. Kendisine has tavırları olan, sevimli, gülümseyen biri bu subay. Ama Nazi kampında bir sürü Yahudi’yi öldürüyor. Bu adamı kötü yapan ne? Kötülük sonradan öğrenilen bir şey mi? İnsanın doğasında olan br şey mi? Bunları düşünüyorsun. Bu insanı kim bu kadar kötü yaptı?
Afrin döneminde gardiyanlar koğuşlara gelip arkadaşlara, “Size gününüzü göstereceğiz, Size burayı Afrin yapacağız” diyordu. Moral bozukluğu yaratmaya çalışıyordu. Ama şunu düşünüyorsun, “Bu insan evine gidince başka biri. Belki bir kızı var. İyi bir baba. Bu adam ya da kadın nasıl böyle kötü oldu?”
Ne olursa olsun nefret etmeyeceksin. Kendi otokontrolünü sağlayacaksın bu anlamda. Her şeyin ilacı sevgi bir çocuğa bakınca sevgiden başka bir şey göremiyorsun. Yok ama o çocuktan bir katil yaratabiliyoruz, Hrant Dink’in katilini yaratıyoruz, Nusaybin’de halka işkence edenleri yaratabiliyoruz.
Toplumsal kötülük sistemi kurup bunu virüs gibi yayabiliyoruz. Bunun karşısında sevgi var. Biz kötülüğe sevgi ile karşı durabiliriz. Az önceki subay gibi, çocuğuna kuşları, balıkları sevmeyi öğreten insan gardiyan subay olunca bunun tam tersi haline bürünüyor. Bunun kaynağını nedenini bulmak, düşünmek gerekiyor.
“Artık ne istediğini bilen bir Zehra var”
Cezaevine girmeden önceki Zehra’ya ve şimdiki Zehra’ya bakınca ne görüyorsun?
Cezaevinde girmeden önce işe paytak paytak yaklaşan çömez bir Zehra vardı. Kendi olmaya çalışan ama bunu nasıl yapacağını bilmeyen bir Zehra. Ama cezaevinde yolunu bulan, kendi olmasını isteyen ve bunun yolunu bulan bir Zehra oldum. Artık hangi yoldan gideceğini bilen bir Zehra var.
İleriye nasıl bakıyorsun?
İleriye umutla bakıyorum. Umutla bakmak da gerekiyor. Umut yerinde duyuyor ve sayıyorsa bu seni öldürür. Bu en büyük işkencedir Nietzsche’nin dediği gibi. Ama mücadele ve umut varsa başka bir durum oluyor. Gazeteci ve ressam olarak devam etmek istiyorum. Deneysel olarak ilerleyeceğim. Belki yeni yollar bulurum ya da bulmam.
“Acabalarım kalmadı”
Cezaevindeyken çok fazla ödül aldın, bu ne hissettirdi?
Cezaevinde telefonda söylüyorlardı ya da gazeteden okuyup öğreniyordum. Değişik bir duygu. Yaptığın şeylerin roka suyunun veya maydonozun suyunun dışarda da değer gördüğünü görmek benim hoşuma gidiyordu.
Arkadaşlar da buna destek oluyordu. Onlar da akşama yetiştirelim diye destek oluyordu. İşte sanat budur. Kültür elitlerinin o üst sınıf diye adlandırdıklarının oluşturdukları metalaştırdıkları bir şey değil, sanat doğacaksa en baskıcı yerden doğar. Sanatın o molozların altından çıkması gerekiyor. Sanat o baskıcılara rağmen yolunu bulup çıkar. Bunu öğrendim. Acabalarım kalmadı. Eskiden acabalarım olurdu. Şimdi “Birilerini beğenir mi?”, “Resimlerim satılır mı?” gibi düşüncem kalmadı. Ne istediğimi biliyorum. Artık resimle, gazeteciliğimle Kürtleri daha iyi nasıl anlatırım bunun yolunu arayacağım.
Resim dersi veriyor muydun cezaevinde?
Evet Mardin’de resim dersi veriyordum. Hatta, o resimlerden Lozan’da bir sergi açıldı. Diyarbakır’da da resim dersi veriyordum. Kadınlar çok eğleniyordu. “Rahat olun” diyordum. Rahat oldukça daha güzel çizimler yapıyorlardı ve kendilerini iyi hissediyorlardı.
Tarsus Cezaevi’nde de, el, göz nasıl çizilir bunları anlatıyordum. Onların yaptığı resimler ve benim yaptığım resimlerle ortak bir sergi planlıyorum.
Son olarak ne söylemek istersin?
27 yıldır cezaevinde olan Songül Bahadır arkadaşımız var. Kendisi ayakta sayım vermediği için hücre cezası verildi. İnfazı yandı. Üyelikle ilgili başka bir ceza daha verdiler. Normalde 30 yıllık yatması gereken cezayı 45 yıl yatacak. 45 yıl toprağı çiçeği yeşili görmemiş bir insan olacak. Bunları çok özledim diyordu. Ben çok şaşırıyordum ona. 18 yaşında girmiş ve halen 18 yaşında gibiydi duyguları, tertemizdi. Umutlarını hiç kaybetmemişti. Bu insanlar mektup bekliyorlar. Bir sürü arkadaşımız var bir mektupla çok mutlu olan insanlar.
Entellektüel derinliği olan insanlar. Dışarıda öyle insanlar görmedim. Ahmet Arif'in dediği gibi, "Dışarıda gürül gürül akan bir dünya" dışardaki o dünyayı duvarların çatlaklarından hisseden arkadaşlarımız var. Yazarımız var, Rojbin Perişan. Songül Semire, Murati Ahmet, Laleş var. Çok değerli yazarlarımız var. Onlara bir mektup yazalım.
Röportajın sonunda daha yeni Bakırköy Cezaevi'nden tahliye olan gazeteci İsminaz Temel ile karşılaştık.Tahliye olan iki gazetecinin sohbeti, önce toprağa dokunmak duygusuyla başladı, cezaevi koşullarına kadar uzandı. Hepimizin aklındaysa tek soru vardı: "Tutuklu gazeteci arkadaşlarımız için ne yapabiliriz?" (EMK)