Zorunlu göçün yarattığı sorunlar ve yaygın insan hakları ihlallerine yönelik başta hükümet ve diğer resmi kurumlar tarafından bu dönem boyunca herhangi bir çözüm üretilememiştir. Meydana gelen hak ihlallerini azaltacak önlemler dahi alınamamış; hak ihlalcisi kişi veya kurumlardan yargı önünde hesap sorulamamıştır.
Bu çeyrek asırlık dönemin biriktirdiği sorunlar genellikle uluslararası kurumlar tarafından ele alınmış ve Türkiye'ye haklı uyarılarda bulunulmuştur. Türkiye'de bir türlü mağduriyetleri giderilemeyen binlerce Türk yurttaşı bireysel şikayet hakkını kullanmış; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önüne taşınan bu davalarda Türkiye mahkum olmuştur.
Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin yarattığı hukuki müktesebatın da bir parçası olarak Türkiye'nin zorunlu iç göç sorununa çözüm olması amacıyla 5233 sayılı "Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun" 27 Temmuz 2004'te yürürlüğe girmiştir.
Yasaya dayalı olarak 80 ilde Zarar Tespit Komisyonları kurulmuştur. Bugüne kadar yasadan yararlanmak için komisyonlara 200 bini aşkın kişi başvuru yapmıştır. Komisyonlar yasanın çıktığı tarihten bu yana çalışmakta ve kararlar vermektedirler.
Zarar Tespit Komisyonlarının verdiği kararlar bir anlamda "zorunlu göç" sorununda devletin yaklaşımını göstermektedir. Bu yazıda, sorunlar, bazı önemli eksiklikler ve hatalı yaklaşımlar genel çizgileriyle ele alınmıştır.
Vali Vesayeti
Zarar Tespit Komisyonları genellikle vali yardımcıları veya kaymakamların başkanlığında resmi daire amirlerinden oluşturulmuş olup; bu durum çalışmaları zayıf düşürmüştür. Tek sivil üye olan avukatın varlığı ise kararların oyçokluğuyla alınması karşısında hiçbir anlam taşımamaktadır.
Bileşiminden ötürü Komisyonlarda herhangi bir tartışma olmamakta; valinin tavrı belirleyici olmaktadır. Toplantılara veya kararlara göç mağdurlarının veya kamuoyunun katılımı söz konusu değildir. Bu durum, komisyonlara karşı güven bunalımına yol açmıştır.
Hak ihlallerinin karşılığı yalnızca tazminat
Zarar Tespit Komisyonlarının bugüne kadar verdiği kararlarda mağdurlara tazminat ödenmesi kararlaştırılmıştır. Yasa "ayni ödeme" konusunu düzenlemekte ise de nakdi ödeme kural haline gelmiştir.
Boşalan köylerin mağdurlarına ödenen tazminat miktarları ise gülünçtür. Bugün özellikle son bir yılda Komisyonların verdiği tazminatlar tam bir "dibe vurum" yaşamaktadır.
Yıllarca evinden, tarlasından, toprağından ayrı kalan bir aileye sadece beş-on bin lira tazminat verilmekte olup; bu tazminatın hiçbir anlamı olamayacağı açıktır. Zorunlu göç mağduru bir köylü ailesi bu ölçüde düşük bir tazminat ile köyüne geri dönüp; onurlu ve kendine yeter bir hayat kuramaz.
Komisyonlar, mağdurlara binbir güçlük çıkarmakta; bitmek bilmeyen belge-bilgi-evrak istekleriyle onları boğmakta; adeta "mağdur olduklarını" yıllar sonra bir kere daha kanıtlamalarını beklemektedir. Halbuki hiçbir köylünün mağdur olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yoktur.
Tazminatların düşüklüğü bir yana ölüm, sakatlanma, yaralanma, mayından sakatlanma, korucu teröründen zarar görme, "faili meçhul", "kayıp" vb. mağduriyetlerde sadece "kupkuru nakit ödeme" dertlere derman olamamaktadır.
Sözü edilen mağduriyetlerde gerçekleşen ödemeler ise yeni bir mağduriyetten başka bir sonuca yol açmamaktadır. Zira; ölenlerin yakınlarına on beş bin lira reva görülürken; mayından sakatlanan veya işkenceden zarar görenlere sadece bir iki bin lira ödenmektedir.
Hak Alamayanlar
1984'ten beri bölgede devam eden silahlı başkaldırının ve çatışma ve terör ortamının sayısız köylü ailesini mağdur ettiği bilinmektedir. Binlerce kişi bu ortamın sonucu olarak Devlet Güvenlik Mahkemelerine (DGM) düşmüş; adil olmayan yargılamalar sonucu "yardım-yataklık" suçunu işledikleri gerekçesiyle mahkum edilmiştir.
Komisyonlar, sayısı on binleri bulan ve aslında sürecin mağduru olan bu kişilere "terör suçlusu" oldukları için tazminat vermeyi reddetmektedir. Bu yaklaşım, başta Anayasanın 10. maddesindeki "eşitlik ilkesi"ne aykırı ve yanlıştır.
Bölgede sayısı on binlerle ifade edilen "faili meçhul cinayetlerin" veya "kayıp vakaları"nın savaş ve terörden beslenen güçlerin eseri olduğu bilinmektedir. Pek çok cinayet, hükümete veya kolluk güçlerine bağlı kontra-paramiliter güçler, kişiler ve gruplar tarafından işlenmiştir.
Komisyonlar, faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin veya kayıp edilenlerin yakınlarına tazminat ödememektedir. Öldürülen veya kayıp olan kişinin "terör örgütü tarafından öldürüldüğüne veya kaybedildiğine dair yeterli kanıt bulunmadığı" gerekçesiyle ödeme yapılmaması büyük bir çarpıklıktır. Zira; bu cinayetlerin failleri yasadışı örgütler değil; kontrgerilla veya paramiliter güçler ve çetelerdir.
Sağ terör örgütleri
5233 sayılı yasanın ve Komisyonların terörden ve terörle mücadelede devletin uygulamalarından zarar görenlere tazminat ödediğini vurgulamıştık. Ancak komisyonlar, Kontrgerilla, Türk İntikam Tugayı (TİT), Susurluk vb. "sağ terör örgütleri"nin verdiği zararlara karşılık mağdurlara tazminat ödememektedir.
Komisyonların bu yaklaşımı, adı geçen örgütlerin eylemlerinin "terör eylemi" olarak kabul edilmediğini ortaya koymaktadır. Yasa, terörü, "sol terör" olarak sınırlamadığı (veya adlandırmadığı) halde komisyonların bu tavrı "bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" sözündeki mantığı akıllara getirmektedir. Oysa, terörün her türlüsü insanlara zarar verir; terörler arasında ayrım yapılamaz.
"Kontrgerilla", "Susurluk", "TİT" gibi örgütlerin "terör örgütü" olduğuna dair en azından İstanbul 6 Nolu DGM'ce verilen ve Yargıtay tarafından onaylanan bir mahkeme kararı bulunduğu bilinmektedir.
Ancak Komisyonlar, bu örgütlerin mağdurlarına tazminat ödemeyerek "sağ terör örgütleri"ni terör örgütü olarak ele almamıştır. Sözgelimi; bizzat Cem Ersever tarafından "Yeşil ve ekibi yaptı" denilen Ayten Öztürk cinayetinde dahi mağdurlara tazminat ödenmemiştir. (HA/EÖ)