Sonuçta bu ülkenin vatandaşları olarak biraz daha yoksullaştık, borcumuz biraz daha çoğaldı, ürettiğimizin daha fazlasına el konulmuş oldu, gelir dağılımındaki eşitsizlik biraz daha çoğaldı, önceden sahip olduğumuz kimi olanaklarla, yararlandığımız kimi hizmetleri alamaz olduk.
Bir kez daha; "daha az"la yetinmek zorunda olduğumuzu kabul ettik ve onaylamış olduk.
Hem de daha çoğu varken, orada dururken ve ulaşmak mümkünken...
"Bütçe cenderesi"
Bir ülke düşünün ki; seçim sistemi nedeniyle ülkenin düşünce yelpazesinin yalnız yüzde 65'i mecliste temsil ediliyor. Bunların içinden toplamın yüzde 24'üne karşılık gelen bir desteğe sahip bir parti, o ülkede çoğunluğu oluşturuyor. Dahası tüm kendi dışındakilere karşın "bildiğini" okuma hakkını kendisinde bir hak olarak görüyor.
Bilmiyorum 2004 bütçe yasasına herhangi bir muhalefet partisi milletvekili de "olur" dedi mi? Dediyse ayıp etmiş. Onun da gerçek bir "muhalefet" olmadığı bir kez daha anlaşılmış. Ama eğer demediyse bunun tek sonucu meclisteki ezici çoğunluğuna karşın toplumun "azınlığı"nın oylarıyla yasalaşmış bir kanunla bu yılki ekonomimiz, hatta tüm yaşamımız yönetilecek.
Başka bir deyişle böyle bir kanunla bir yıl daha bizi sıkacak bir "bütçe cenderesi" içinde yaşamaya mahkum edilmiş olduk.
Peki bunu "hak" ettik mi?
Azınlığın egemenliği
Aslında geçen 26 ay içinde pek çok böyle kanun çıktı ve uygulamaya kondu. Bu durumu yalnız seçim sistemine bağlamak, demokrasinin "cilve"lerinden birisi olarak kabul etmek bence olası değil. Bence bunu Bizim demokrasimiz çoğulcu değil çoğunlukçu" diyerek de önemsiz bir durummuş gibi de gösteremeyiz. Bence bu eskiden beri denildiği gibi tam anlamıyla bir "azınlığın egemenliği". Yani bir anlamda bir "diktatörlük".
"Burjuva demokrasisi zaten budur" diyerek durumu kanıksamamız bence mümkün değil. Çünkü bu durum "burjuva demokrasisi" tanımına da uymuyor. Bunun burjuva demokrasisin kurallarıyla bağdaşmayan bir durum olduğu çok açık. Orada en azından biçimsel bir çoğulculuk söz konusudur ve bir toplumsal "uzlaşma" temel alınır. Her ikisi de bizde söz konusu değil.
Sanırım o nedenle iktidarın başbakanlık koltuğunda oturan temsilcisi konuşmalarında sık sık "toplumla uzlaşma" konusuna vurgu yapıyor. Çünkü kendisi de böyle olmadığını biliyor ve dahası durumdan rahatsız. Mecliste gerçekleşmeyen "uzlaşma"yı toplum içinde arıyor. En azından böyle bir görünüm vermeye çalışıyor.
Ama pek çok örnekte de görüldüğü gibi bunun da gerçek bir arzu, gönülden istenen bir durum olmadığı da ortada. Çünkü "uzlaşma" dediği anlarda bile uzlaşmak istediği kesimlere sık sık saldırıyor. Bir kez daha altını çiziyorum: Bu modele, olsa olsa "demokrasi" giysisinin içine sığmayan bir "örtülü bir azınlık egemenliği" demekten başka tanım yapılamaz.
"Azınlık hükümeti" diyelim
Egemenliğin en üst organı olan meclisin böyle bir şekillenme içinde olması, ülkemizin bir "azınlık" iradesinin egemenliğinde ve onun oluşturduğu "azınlık" hükümetinin yönetiminde olduğumuz anlamına geliyor.
Şimdiye kadar meclis çoğunluğu üzerinden giderek bu tür tanımları yapmıştık. "azınlık hükümeti" derken, hükümeti destekleyen milletvekili sayısının meclisin çoğunluğu olmadığını kastediyorduk. Ama artık öyle değil.
Toplum ölçeğinde düşünüldüğünde azınlık olanlar, meclis ölçeğinde çoğunluklar. Bu meclis "Bir"in "iki"ye eşit olduğunu kanıtlayan bir meclis. Başka bir deyişle herkes birbirine "eşit", ama onlar daha çok "eşit".
Kanımca artık gündelik söylemde de bu tanımı benimsemeli ve hükümetten söz ederken "azınlık hükümeti" demeliyiz. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi eğer burjuva demokrasisini kabul ediyorsak durum tam da bu tanıma uyuyor.
İşte bu azınlık irade ve hükümeti üzerinde bir güç olarak sistemi koruyan bir unsur olarak görülen, pek çok durumda da gerçekten bu niteliği öne çıkan (ama bu da bence bir başka garabettir ve bence demokrasinin kurallarına uymamaktadır) sayın cumhurbaşkanı meclisten önüne gelen yasaları onaylarken bu yasaya oy veren herhangi bir "muhalefet" yani toplumun kalanının en azından simgesel desteğinin olup olmadığına bakmalıdır.
Eğer böyle bir destek ve katılım yoksa bunu doğrulamak için böyle yasaları meclise geri göndermeli ve yine aynı şekilde yalnız iktidarın oylarıyla kabul edilmiş bir şekilde önüne gelirse, halkın kararına başvurmalı, yani referandum istemelidir. En azından içinde olduğumuz demokrasi modelinin gereklerine en azından biçimsel olarak uyma adına böyle yapılması gerekir.
Herkes darbecisini mahkum ediyor
Biraz okuyup yazan, düşünen bir insan olarak 2002 Kasımından bu yana çıkan her yasada kendimi "güdülen" bir sürünün bireyi olarak hissediyorum. Bu gerçeği yaşamak ve sürekli fark etmek beni "kötü" yapıyor.
Aradan 20 yılı aşkın zaman geçtikten sonra, tıpkı 1980 darbesinin sonrasındaki gibi bir dönemi üstelik de bir "demokratik" seçimden sonra yaşamak da canımı çok acıtıyor.
Çünkü burjuva demokrasisinin egemen olduğu bize benzeyen ve geçmişinde böyle darbeler yaşamış olan ülkelerin tümü kendi geçmişleriyle hesaplaştılar. Darbecilerini mahkum ettiler. En azından bir olgu olarak bunu yadsıdılar, kabul edilemez buldurlar.
Ama biz? Onlardan hiçbir farkımız olmadığı halde; ve bir gün aynı şeylerin bizde de olacağını beklerken böyle bir durumla karşı karşıya olmak bence kolay kolay kabul edilemez bir durum.
Neden yüzde 3?
Tüm bunları neden yazdım: İlk başta bütçe kanunu demiştim... Onda bir çok benzeri olumsuz düzenleme gibi yeni bir düzenleme daha yer alıyor.
Bilindiği gibi bu ülkede engellilerin toplumsal yaşam içinde daha çok yer almaları, engellerine ek olarak onları daha güçsüz bırakan ekonomik sorunlarını çözmek için getirilen bir düzenleme vardır: Çalışanların en az yüzde 3'ünün engellilerden oluşması gerektiği kurala bağlanmıştır.
Bu ülkenin nüfusunun yüzde 10-12'sinin engelli olduğu kabul edilir. Buna rağmen neden yüzde 3'tür, bunu anlamış değilim. Bu da ayrı bir konu ama bu oranda bile istihdamda bulunulmadığı da bilinen bir gerçek.
Toplumu özellikle de işvereni buna zorlamak için de bu düzenlemeye uymayanların her ay asgari ücretin biraz üzerinde bir cezayı, "idari para cezası" olarak, yani herhangi bir yasal süreç yaşanmadan ve itirazı mümkün olmayacak şekilde ödemesi istenir.
Eğer maliyemiz bu konu üzerinde gerçekten durursa da bu ceza tahsil edilir ve işveren bu düzenlemeye doğruyu yapmaya zorlanır. Gerçek oran ne kadardır, işverenin ne kadarı ne kadarı bu orana yakın istihdamda bulunmaktadır bu bilinmiyor.
Gerçekten bir ceza kesilip kesilmediği de, kesilen ve tahsil edilen cezanın miktarı da belirsizdir. Tüm bunlara karşın bu üzerinde uzlaştığımız bir düzenlemedir. Bir anlamda da bir hakkın ifadesidir. Dahası yerine getirilmesi beklenir.
Kendi kuralına uymuyor
Oysa gerçekler böyle değil. Kendisi de engelli bir milletvekili olan Sayın Lokman Ayva'nın söylediğine göre devletin istihdam etmesi gereken engelli sayısı 41 bin ve bunun yalnız 4 bini istihdam edilmiş durumda.
Yani devletin işçi kadroları içinde 37 bin kişilik engellilere tahsis edilmiş ve halen boş olan kadrolar var. Yine onun söylediklerine göre 4 yıldır da bu kadrolar boş duruyor. Yani devlet; aslında gelen geçen hükümetler kendi koyduğu kurala kendileri uymuyorlar.
Kendine ceza kesmezse
Bu yıl ki bütçe kanunuyla burada da kalınmıyor; daha ileriye gidiliyor. 2004 bütçe kanununda yer alan bir maddeyle "azınlık hükümeti" haziran sonuna kadar doldurmadığı bu kadrolar için kendi kurumlarına kesmek zorunda olduğu cezayı kesmemeye karar verdi. Şimdiye kadar kesiyor muydu, bu da bilinmiyor. Ama en azından yasal bir zorunluluk vardı. Artık bu yasal zorunluluk ortadan kalkmış durumda.
Sayın Ayva'nın söylediğine göre bütçe görüşmeleri sırasında alınan bir de tavsiye kararı var, haziran ayına kadar devlet bu kadroları dolduracak. Bu tavsiye kararı bir kanun değil, bir talep.
Fiili düzenleme ise bir "muafiyet" değil, engellinin mağdur edilmesini kabul ve devleti suç işlemeye teşvik niteliğinde.
Özel sektör işverenleri, devletin kendi koyduğu bu karara uymadığını görünce, dahası uymayacağını bilirse, kendisi uyar mı? Bir soru daha soralım; devletin kendisine kesmediği bu cezayı özel sektöre kesmek mümkün olabilir mi? Yasal olarak mümkün görünse de uygulamada bunun söz konusu olmayacağı çok açık.
İtiraz yükseltebilmek
Geçen yıl Avrupa'da ve AB'ye (Avrupa Birliği) aday bir ülke olan bizde "Engelliler Yılı" olarak yaşandı. Engellilere birçok hakları verilmeye çalışıldı. Ama daha yıl bitmeden, yılın son günlerinde böyle bir kararın alınması tam da "karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar" sözünü doğrulayan bir durum değil mi?
Diyeceğim o ki; bu iktidar, bir "azınlık" iktidarı, bu iktidar "takiyyeci" bir iktidar. Bu iktidarı herkesin iyi izlemesi gerekiyor. Daha önce oluşmuş, üzerinde uzlaştığımız ve kazanılmış birer "hak" olarak eksik gedik de olsa sahip olduğumuz kimi olanaklarımızı tersini söyleyerek elimizden alan bu iktidarı her an sorgulamamız gerekiyor.
Herkes kendisinin daha önce sahip olduğu ve şimdi elinden alınan haklarının neler olduğunu yakından izlemeli, bıkmadan, usanmadan talep etmeli. Bu hakların ihlâli halinde toplumun farkında olmayan kesimlerini uyararak iktidara karşı bir "itiraz" içinde olmalı.
Rahatsızlık yaratmak!
Buna bir çok örnek verebiliriz. Sağlık alanı böyledir, eğitim alanı böyledir, çevre konusu böyledir, adalet konusu böyledir. Yukarıda anlattığım yasada görüldüğü gibi engelliler için böyledir, anneler için, çocuklar için, sokakta yaşayanlar, yoksullar için böyledir. "Öteki"ler için böyledir.
Hepsine itiraz etmek gerekir. Azınlığın gerçek bir egemenliğinin hüküm sürdüğü bunun artık "biçimsel" unsurlarının da ortada olduğu bir ülkede "yurttaş" olmak, "vatandaş" olmak bu itirazları yerine getirmeyi gerektiriyor.
Sevgili Prof. Dr. Nusret Fişek hocamızın söylediği gibi hepimizin, onları bu türlü uygulamaları gündeme getirdiklerinde "sürekli" rahatsız etmemiz gerekiyor.
Hiçbir şey yapamıyorsak, ayaklarımızı yere, ellerimizi birbirine vurarak bir "ses" çıkarmalı ve haklarımızı "gasp" ettiklerini yüzlerine haykırmalıyız. Şimdi "engelliler" için. Ama aslında kendimiz için...(MS/NM)