İkinci çıkışım ise çok kısa sürdü, kırk beş saniye kadar.
İktisat Fakültesi'nde okurken evliydim, çocuklarım vardı, ailemi geçindirebilmek için iki işte birden çalışıyordum ve bunları sınıfta kaldığım her dönem bir mazeret olarak kullanıyordum.
Sonunda okulu bitirmek zorunda kaldım.
Bitirme sınavıma giren hocalardan bir kısmı, okula başlarken benim sınıf arkadaşlarımdı.
Epeyce maceralı bir şekilde bitirdiğim okulumdaki İktisat Kulübü'nden geçenlerde bir davet aldım, bana "onur plaketi" vermek istiyorlardı.
Hemen hemen hiçbir yere gitmiyor, son romanım çıkmadan önceki sakin ve kuytu hayatıma geri dönmeye çalışıyordum ama on yılda bitmiş bir okulun önerdiği onur plaketini almak da bana gençliğime ödemek zorunda olduğum bir borç gibi görünmüştü.
Daveti kabul ettim.
Güzel elbiselerimi giydim, kravatımı taktım.
Okula gittim.
Yeni bir inşaata başladıkları için duvarları yıkılmış, kapıları sökülmüş, yerleri kireçlenmiş koridorlardan geçtim, benim mezun olduğum okulda hocalık yapan kardeşimin odasını buldum, orada bir çay içtim.
Sonra, plaketi alıp, bir teşekkür konuşması yapacağım salona gitmek üzere odadan çıktım.
Parlak bir sonbahar güneşiyle ışıldayan avludan, yanıma yaklaşan öğrencilerle şakalaşarak geçtim.
Dar bir kapıdan, loş bir koridora girdim.
Koridor kalabalıktı.
Birileri bana doğru hareketlendi.
Onlara gülümsedim.
Kendi irademle yaptığım son hareket de bu oldu.
Birden kalabalıktan kopan bir grubun bana doğru bağırarak yaklaştığını gördüm.
Türk milli eğitiminin yetiştirdiği "keskin nişancılar"dan birinin iki metreden fırlattığı bir yumurta alnımda patladı.
O mesafeden o hızla atılan bir yumurtanın epeyce sert bir şekilde çarpabileceğini anladım.
Beyaz bir bulut gözlerimin önüne yerleşti.
O bulutun arasından bana doğru koşan bıyıklı bir çocuğun yüzünü, her hareketimi kaydeden bir kameranın kırmızı ışığını, "Fransız Ahmet, Türk düşmanı, vatan haini, defol" naralarını, her yandan üstüme bir şeyler atıldığını, korunabilmek için tuhaf hareketler yaptığımı farkettim.
Nefretin kokusunu ve saldırının kendine özgü garip uğultusunu hissediyordum.
Bir an aralarından geçip konferans salonuna girebilmek için öne doğru bir adım atmaya çalıştım, aynı anda onlar da bana doğru koşmaya başladılar.
Sırtımın duvara dayandığını ve daha sonra yayınladıkları bildirilerden "Atatürkçü" ve "erkek" olduklarını öğrendiğim yaklaşık on kişinin beni sardığını gördüm.
Çığlıklar atıyorlardı.
Türk edebiyatının en hızlı koşan, en çevik yazarı olduğumu kanıtlayan bir hamleyle aralarından sıyrılıp, "çok hızlı" bir biçimde olay yerini terk ettim.
Binadan koşarak uzaklaşırken bana şaşkınlıkla bakan iki genç kıza "kenara çekilin,"dedim, "saldırıyorlar."
Aydınlık avluda yavaşladım.
On adım arkamdan, uzun boylu, sarışın, melek yüzlü, yakışıklı bir oğlan yürüyordu, kibar bir sesle, "yumurtalar pek yakıştı Ahmet Bey" diyordu.
Omzumun üstünden ona doğru bakıyordum.
Hep aynı cümleyi tekrarlıyordu.
Çok memnundu.
Ve hep on adım gerimde duruyordu.
Bana sataşırken bile "Ahmet Bey" diyecek kadar kibar, söylediği cümleye bir ikincisini ekleyemeyecek kadar yaratıcılıktan uzaktı.
Avlunun öbür yanındaki binaya girdim.
Yerler molozlarla kaplıydı.
Bütün tuvaletleri yıkmışlardı ve Türkiye'nin en eski üniversitesinde akan tek bir musluk, yüzümü yıkayabileceğim tek damla su yoktu.
Güzelim siyah ceketim yumurtaya bulanmıştı.
Pantolonum, gömleğim, ayakkabılarım, kravatım beyaz sarı bir sıvıyla kaplanmıştı, şakağımdan aşağıya yumurta akıyordu.
Bir çay ocağına girdim.
Yüzüme kederle bakan sevecen çaycının getirdiği bir şişe suyla yüzümü yıkadım, bir bardak çay içtim, etrafımdakilere gülümsedim, onların üzüntüsünü yatıştırmaya uğraştım.
Daha sonra iki resmi polisle, deri ceketli bir sivil polis geldi.
Deri ceketli polis, "zabıt tutamayacağını, olayın geçtiğini" söylüyordu.
"Onur plaketini" alıp, "koşarken onurlandırılan" ilk yazar olarak ayrıldım üniversiteden.
Akşamleyin bana saldıranlar, "Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu" adına bir bildiri yayınlayarak, "başarılarını ve memnuniyetlerini" açıkladılar.
Ertesi gün de, üstünde benim resmim olan afişler astılar üniversitenin duvarlarına, afişlerde, "Türk erkeklerini görünce kaçtın, bir dahaki sefere kurtulamayacaksın" yazıyordu.
Herkesin kendine göre tarif ettiği Atatürkçülüğün nasıl bir şey olduğunu pek bilemiyorum, eğer bu çocukların yaptığı Atatürkçülükse, bence pek iyi bir şey sayılmaz.
Ama "düşünce" ve "erkeklik" konusunda bazı bilgilerim var.
Onların haykırışlarında pek düşünce göremediğimi söylemeliyim.
Erkeklik konusunda ise, birilerinin onlara bazı şeyleri yanlış öğrettiği anlaşılıyordu.
Benim yetiştiğim mahallelerde "erkekliği" daha başka türlü tarif ederlerdi.
Yıllar önce mezun olduğum üniversitede birileri düşüncenin ve erkekliğin tariflerini değiştirmiş, bu çocuklara da yanlış şeyler öğretmişti.
Elbiselerimi temizleyiciye gönderdim.
Süet ayakkabılarımı temizleyecek bir boyacı aradım.
"Onur plaketini" kütüphaneye koydum.
Okulum beni onurlandırmıştı.
Bazıları da onura biraz yumurta karıştırmışlardı.
Ben de hızlı koşmuştum.
Ve üniversite bu saldırıdan sonraki muhteşem memnuniyeti ve sessizliğiyle bizi kucaklamıştı.
Eğer bir daha bir okulda edebiyat dersi verirsem, çocuklara, yazar olabilmeleri için kitap okumaları ve atletizm çalışmaları gerektiğini söyleyeceğim.
Yazabilmek için kitaplara, bu ülkede onurlandırılabilmek içinse hızlı koşmaya ihtiyaçları olacak çünkü. (AA/NM)
* Ahmet Altan'ın yazısı 28.10.2002'de www.gazetem.net sitesinde yayımlandı.