"Reel Atatürkçülük" kitabının önsözünde 1923'ün sosyal bir değişimin başlangıcı olmadığını, radikal bir kopuş yaşanmadığını belirtiyorsunuz. Eski rejimle hesaplaşamamak, Osmanlı ile küskünlük, bugün "Ermeni soykırımının" telâfuz edilememesinin nedeni mi?
Eleştirel bir gözle bakılınca Türkiye'nin yakın tarihinin tam bir yalan çöplüğü olduğunu görülüyor. Resmi tarih, "geçmişte yaşanmış olanı" bugünün egemenlerinin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden kurgulamaktır. Bu, geçmişte yaşanmış olanı bu günün hakim sınıflarının ihtiyacına göre ve tabii retrospektif olarak hikaye etmek demektir. Ama resmi tarih aynı zamanda bir "şanlı geçmiş" üretme misyonunu da üstlenir. Son kitapta zaten "neden resmi tarih?" başlığını taşıyan kısa bir bölüm yer alıyor. Reel Atatürkçülük'te tarihin ihtiyaca nasıl uydurulduğunu göstermek istedim.
* Aslında eski hala yeniyi belirliyor.
Türkiye'de köklü bir Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma geçerli ve bu bizi kendi gerçekliğimize yabancılaştırıyor. Türkiye'ye "dışardan" ve Avrupa-merkezli ideolojinin penceresinden baktığın zaman, buradaki rejimin de Avrupa'daki, Batı'daki benzerleri gibi bir burjuva rejimi olduğu sanısına kapılırsın. Oysa, dananın kuyruğu pek de öyle değildir. Ben ısrarla Türkiye'deki rejimin öyle bir izlenim veren görüntü olsa da kendine özgü ayrıksı niteliklere sahip olduğunu söylüyorum.
Batı'da modern söylemler, kurumlar ve mekanizmalar 'burjuva demokrasisisin' hizmetindedir. Bunlar alt-sınıfların, emekçi sınıfların sınırlı da olsa kazanımlarıdır. Oysa Türkiye'de bu ilişki terstir.
Biz de söz konusu söylem, kurum ve mekanizmalar, retoriğe rağmen "Yeninin" değil "Eskinin" hizmetindedir. Yani tam bir ilişki tersliği var. Bu da doğrudan bir "modernite devrimi" yaşamamakla, bir 'aydınlanma' sürecinden geçmemekle ilgili. Kimse ben eski rejimi yıkıp onunu yerine yeni bir rejim kuracağım demiyor... İktidardakinin de muhalefettekinin de yegâne kaygısı: "Bu devlet nasıl kurtulur?"sorusuyla ilgili.
"28 Şubat post modernliği ile klasik darbelerden ayrıldı"
* 28 Şubat'ı atlattık. 12 Eylül sonrası yaşanan "demokrasi ayarlamalarını" nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz de devlet aygıtıyla bu aygıt içindeki siyasi partiler arasında garip bir ilişki var. Siyasi partiler bilinen anlamda siyasi partiler değil. Bunlar benim "asıl devlet partisi" dediğim gerçek iktidar odağının taşeronları. Bunların yapabileceği şeylerin sınırını asıl devlet partisi belirliyor. Bu kadar kolay darbe yapabilmelerinin, kitlelerin de olaya seyirci kalmasının nedeni budur. Türkiye'de geçerli devlet ve yönetim anlayışı, görüntüye ve retoriğe rağmen "halkı işe karıştırmama" anlayışına dayanıyor.
28 Şubat da işlevi itibariyle önceki darbeler gibi bir darbeydi ama ona "post-modern darbe" demek adet oldu. Esasen her darbe yapıldığında darbeciler bir daha darbeye ihtiyaç olmayacak bir yapılanma yaratmak istiyorlar, öyle kurguluyorlar ama hesaplarını bozan bir şeyler var; bir orada söz konusu olan kendi mantığı ve dinamiği olan bir toplum ve toplumsal süreçtir; iki toplum bir makine değildir... Zira orada insan iradesinin dahli var... Aslında 1997 "post-modern darbesi", 1980 12 Eylül darbesinde aracın "iyi kurgulanması" sayesinde mümkün oldu ve onu "klasik darbelerden" ayırdı.
Gerçek entelektüel, evrensel vizyona sahiptir
* Ertuğrul Özkök 28 Şubat'ta köşesinde yer alan yazısında "28 Şubat'ta yazdığım yazının altına imzamı atarım" diyor. Aydın demokrasi için ordudan, iktidardan taraf olabilir mi? Nasıl tavır belirlemelidir?
Türkiye'de aydın kavramıyla ilgili müthiş bir kafa karışıklığı var. Garip bir şekilde insanlar kendi kendilerini "aydın" ilan ediyorlar. Mesela ortalama bir Fransız pekâlâ kimin aydın olmadığını, kimlerin aydın sayılabileceğini bilir. Bizde birinin aydın sayılabilmesi için diploma yeterli sayılıyor.
Bu tam bir saçmalıktır. Diplomayla "aydın olmak' arasında bağ kurmak abesle iştigal etmektir. Diploma senin bir şeyin 'uzmanı' olduğunun vesikasıdır. Ama o dahi her zaman öyle değildir, zira burjuva toplumunda ekseri birine bir şey bildiği için diploma verilmez ama diplomasi olduğu için bir şeyler bildiği, o konunun uzmanı olduğu varsayılır... Entelektüel olmanın vazgeçilmez koşulu, her türlü güç ve iktidar odağından uzak, ona mesafeli, ekseri onun karşısında durmayı gerektirir.
Gerçek entelektüel evrensel bir vizyona sahiptir, doğru bildiklerini söyleme cesaretine ve basiretine sahip olması gerekir. Jean Paul Sartre'in veciz bir şekilde ifade ettiği gibi: "üzerine vazife olmayan şeylere burnunu sokan biridir". Türkiye'de diplomalı memurlara ve güç odaklarının adamlarına ve sözcülerine aydın demek gibi iflah olmaz bir aymazlık söz konusu... Elbet bir gün gelecek bu kavram kargaşası son bulacak.
* Siz de kitaplarınızda yer alan ifadeler nedeniyle yargılandınız. 301 tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 301'in yeniden formüle edilmesi sorunu ortadan kaldırır mı?
301 yeni değil. Onun atası olan 159'uncu maddeden sayısız defalar yargılandım, ceza da aldım. Aslında Türkiye'de nasıl ilişkinin yönü devletten halka doğruysa, benzer bir ilişki hukuk sistemi için de geçerlidir. İlişkinin yönü "devletten hukuka doğrudur...". Her zaman istedikleri her fiili cezalandırabilecek bir yasal stokları var. Demokratikleşme adı altında değişiklik yaptıklarında da sadece kanunların numarasını değiştirirler. Üstelik ekseri her değişiklikte daha da ağırlaştırmak kuraldır.
Modernite devrimi yaşamamış, devletin kutsal sayılmaya devam ettiği bir rejimin bilinen anlamda bir hukuku olması mümkün değildir. Hem devlet kutsal sayılıp, hem de "hukuk devletinden", 'hukukun üstünlüğünden", vb. söz etmek abestir. Bu durum geçerli siyasi kültürü de angaje eden bir şeydir. Eğer insanlar "yurttaş bilinci" taşıyor olsalardı bu kepazelikler yaşanır mıydı?
* Yükselen milliyetçiliğin ekonomi politiği nasıldır?
"Yükselen milliyetçilik" söylemi bana biraz aceleye getirilmiş bir yuvarlama gibi geliyor. Topluma biraz daha yakından bakarsanız, dananın kuyruğunun pek de öyle olmadığını görürsünüz.
Aslında resmi ideoloji hızla aşınıyor. Bu aşınmadan rahatsız olan kesimler milliyetçilikten medet umuyor. Sınırlı bir demokratikleşme bile onların korkulu rüyasıdır. Bir stadyum tribününde kaç kişi var da orada atılan slogandan teori geliştiriliyor? Kaç kişi beyaz bere giymiş de orada hemen "faşizmin ayık izleri" görülüyor?
Aslında son 25 yılda uygulanan neoliberal anti-sosyal gerici politikalar toplumu bir kaos ortamına itiyor. Böylesi bir ortam, elbette faşizan/ milliyetçi eğilimlere uygun potansiyel bir zemin yaratıyor ama aynı ortam onun karşıt zemininde yer alan "düzenin kurbanlarını" da harekete geçirebilir. Kaldı ki, milliyetçiliğin kaynağı her zaman devlettir ve "memleketin sahipleri" neo-faşist/Milliyetçi bir dalga yaratmak için seferber olmuş durumdalar ama rüzgarın mutlaka onlar lehine estiği söylenemez.
Nitekim Hrant Dink'in katliyle ortaya çıkan tablo söylediğimi doğrular nitelikte... Ortada kabarmış bir milliyetçilik yok ama ısrarla kabarması için çabalayan kesimler var. Bunlar bir de kendilerini 'anti-emperyalist' olarak tanımlıyorlar... Bu kesimler her şey olabilirler ama asla anti- emperyalist olamazlar. Tutarlı anti-kapitalist olmadan, rejimi dönüştürmeyi amaçlamadan, "kutsal devlet"tabusundan yakayı kurtarmadan, anti- emperyalist olmak mümkün değildir. (AÖ)