Kobanî davasının 46. duruşma periyodu Sincan Cezaevi Kampüsündeki Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesinde görülüyor.
TIKLAYIN - Adalet, siyaset ve hukuk: Kobani Davası
Davada, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) önceki dönem Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) eski Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve HDP MYK üyelerinin de aralarında bulunduğu 108 kişi yargılanıyor.
3 bin 530 sayfa ve 324 klasörden oluşan iddianamede 108 siyasetçi için “Devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozma” ile 37 kez “insan öldürme” başta olmak üzere pek çok suçtan ceza isteniyor.
“Türkiye’de korku iklimi yaratılmak istendi”
Eski Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, dünkü duruşmada beyanına devam etti.
IŞİD’in Kobanî işgaline karşı dayanışma çağrısı yapılan HDP’nin dava konusu tweet üzerinden başlatılan yargılama süreciyle Türkiye’de bir korku iklimi yaratılmak istendiğine dikkat çeken Yüksekdağ, şunları söyledi:
“Amaç, hak alanını daraltmak ve giderek yok etmek, ortadan kaldırmaktı. Türkiye toplumunda var olan gittikçe değişen, büyüyen demokratik değişim isteğini bastırmak için öyle bir davaya ihtiyaç vardı.
Bu tip davalar tarihte sembol değeri taşımıştır, aynı zamanda egemen sınıfların ezilen kesimleri korkutmak için nereye çıkacağını göstermek için sergiledikleri birtakım politikalardır. Toplumdaki değişim isteğinin üstünü zorla, baskıyla özellikle yargı baskısıyla ortadan kaldırmanın, değişim isteğinin önünü kesmenin ifadesidir. Ama bu kolay kolay önü kesilecek bir değişim isteği değildir.
O tweet öncesinde toplumda demokratik değişim isteği gelişmişti, Gezi Direnişi diye tarif ettiğimiz Haziran halk hareketi, doğa ve yaşam duyarlılığı sahiplenmesi üzerinden kendini gösteren, başlayan ama giderek bir toplumsal adalet, özgürlük ve onur isyanına dönüşen Gezi Direnişi'nden bahsediyorum.
Türkiye’de muhalefetten yana yaprağın kıpırdamadığı, baskı politikalarıyla işçi direnişlerinin ezildiği, kadın hareketinin engellendiği, bütün Kürt halkına dönük ciddi saldırıların geliştirildiği bir dönemdi Gezi Direnişi'nin ortaya çıktığı dönem. O süreç içinde biriken tepki, Gezi’de vücut buldu.
“Haziran Direnişi umut yarattı”
Gezi Direnişi'ni “umut hareketi” olarak tarifleyen Yüksekdağ, direnişin Türkiye halklarına değişimin mümkün olabileceğine dair umut verdiğini söyledi:
“2013’ten sonra Türkiye toplumunu bir umutsuzluk sarmıştı. Muhalefette, demokrasi ve özgürlüklerden yana bir umutsuzluk ve karamsarlık havası hakimdi. Bu dönemde çok tanıdık gelen fısıltılar, konuşmalar geçiyordu. Türkiye’de kendisine bir gelecek görmediğinden bahsediyordu, yurtdışına gitmek, kendisini nereye atarsa Türkiye dışında orada yaşama hayalini kuran kişilerin sayısı fazlalaşmaya başladı.”
1980 Darbesi’nin ardından ilk kez Gezi Direnişi'yle beraber toplumda bir “soğuma döneminin” başladığını dile getiren Yüksekdağ, “Bu ülkede demokratik değişimin olmayacağından umudunu kaybetmiş insanlar değişimi başka yerde aramaya başladı. Gezi hareketi umudun yeniden fışkırması, öldü sanılan umudun yeniden ortaya çıkması oldu. Bir büyük insanlık hareketi olarak ortaya çıktı. Gezi Direnişi'nde ben de yer aldım. Milyonlarca insan vardı, 5 milyonun üstünde insan katıldı Haziran hareketine. Sadece Taksim’de değil, Bayburt dışında bütün illerde insanlar sokağa çıktı. Sokağa çıkamayan tencere, tavayla, ışığını yakıp söndürerek katıldı. Türkiye’nin sayısız meydanında özgürlük iklimi oluşmaya başladı, bu özgürlük iklimi içinde umut yeniden canlandı. Türkiye toplumu yaşadığı güçsüzlüğü birbirine sarılarak aşabileceğini anladı” dedi.
“Gezi birliktelik anlayışını somutlaştırdı”
Direnişin toplumda birliktelik anlayışını somutlaştırdığını kaydeden Yüksekdağ, şöyle devam etti:
“Birbirinden koparılan, kutuplaştırılan, ‘sen teröristsin, sen aymazsın’ diyerek birbirinden koparılan insanların birbiriyle yeniden tanıştığı, aradaki sınırların, çizilen yapay ve zorlama sınırların ortadan kalktığı, en kötü ihtimalle silikleştiği bir dönemdi.
Farklı görüşlerden insanlar onur ve özgürlük değerlerinde buluşarak Taksim Meydanı'nı güzelleştirdiler. Çelişkiler ve çatışmalar vardı ama o Gezi günlerinde hiçbir kötü olay yaşanmadı, insanlar birbirine saldırmadı, kırmadı, dökmedi, herhangi bir güvenlik sorunu yaşanmadı. İnsanlar, farklılıklarını kabul ederek biz olma, toplum olma duygusunu yaşadı.
Bir toplum birbirinden koparılırsa, ayrıştırılırsa, atomize edilirse dağılma, çürüme, yozlaşma başlar. Ama bir toplumda biz olma duygusunu yaratan gelişme yaşanırsa o toplum kendini yeniden onarır, yaralarını sarar. Gezi Direnişi, çok ağır cezalarla mahkum edildiği sanılan bu direniş bu ülkenin kanayan yarasını sardı. Bu ülkenin insanlarını barıştırdı, dayanma gücü verdi.”
“İktidar çareyi, toplumun kutuplaştırılmasında gördü”
AKP iktidarının ortaya çıkan toplumsal mücadele hattından rahatsızlık duyduğunu dile getiren Yüksekdağ, “Ağır yaralı Türkiye toplumu, ülkesinden umudunu kesme noktasına gelen Türkiye toplumu yeniden toplandı ve kendisini yeniden üretti. Ama egemen yapı özellikle de AKP ve saray iktidarı toplumun birbiriyle barışmasını istemedi hiçbir zaman. Çareyi, toplumun kutuplaştırılmasında, yani sizin deyiminizle milletin bölünmesinde, halkın bölünmesinde gördü” diye konuştu.
Dönemin Başbakanı Erdoğan'ın “çapulcular” ve “ayaklar baş olmaya başlıyor” sözlerini anımsatan Yüksekdağ, şunları söyledi:
“Tabanın, toplumun, ezilenlerin, bu ülkeye gerçek ruhunu veren insanların, onların baş hizasında olmasını istemedi. Muktedirler böyledir, diktatörlük zihniyeti böyledir. Gezi ayakların baş olma isyanıdır. Ayaklar kim? Kadınlar, işçiler, emekçi memurlar. Ayak denilenler köylüler, esnaflar, öğrenciler, LGBTİ+ bireyler ve emeğiyle geçinmek zorunda olup onurunu heba etmeden ekmeğini kazanmak zorunda olanlar.
Bu ülkenin yüz akı ezilen sınıflardı. Erdoğan, halkın kendisiyle baş hizasında olmasını istemedi. Diktatörlük, tek adam, tek merkeziyetçi zihniyet toplumu ya da herhangi bir siyaseti kendiyle eşit görmez; kibirlidir, küstahtır, küçük dağları kendi yarattığı fikrine sonuna kadar, gideceği güne kadar inanır. ‘Siz kimsiniz, benimle baş hizasında olamazsınız’ dedi ve o günden bu yana topluma kırım operasyonu başladı.”
“Kürt hareketi demokrasiye katkı verdi”
Gezi direnişinde yaratılan bütünleşme ruhu ile birlikte farklı siyasal ve toplumsal dinamiklerin yan yana mücadele ettiğini hatırlatan Yüksekdağ, “O dinamiklerin en önemlisi de Kürt Özgürlük Hareketi'ydi. KÖH’ün içine girdiği süreç, toplumun politik niteliğini ciddi bir birikim olarak, ciddi bir düzey olarak ortaya koydu” dedi.
“O dönemde elbette sadece Gezi’de değil çok daha öncesinde de Kürdistan’da ezilen halkın giriştiği önemli, tarihsel, köklü, özgürlük ve adalet mücadelesi vardı. Ve bu özgürlük ve adalet mücadelesi çok ciddi bir birikimi yarattı. En önemlisi kadın devrimi, kadın özgürlük hareketinde yaratıldı. Kadın devrimi Rojava’da bir nitelik yarattı ve bütün Türkiye toplumunu, demokratik siyaset zemininin yapısını etkileyen bir dinamiğe dönüştürdü.
Kürt siyasal hareketi emekçi bir halk hareketi. Politik özgürlük taleplerinin yanı sıra aynı zamanda ezilen sınıf olmaktan kaynaklanan talepleri ve mücadeleleriyle Türkiye’deki demokrasi mücadelesine çok önemli katkılar sağlamıştır.
Bu dinamiklerin buluşması Gezi ile sınırlı kalmadı. Türkiye’nin dört bir yanında geliştirilen Gezi eylemlerine Diyarbakır'dan, Lice’den ses verildi. O dönemde yaşamını kaybeden demokrasi şehidi olarak bugün de saygı ile andığımız şehitlerimizden biri de Medeni arkadaşımız (Yıldırım) idi. İsmail Korkmazlardan, Abdullah Cömertlere yaşamını kaybeden arkadaşlarımıza tekrar minnet, şükran duygularımı gönderiyorum.
“Demokratik değişim talebi ortadan kalkmadı”
Demokratik bir muhteva ile başlayan ve barışçıl, eşitlikçi bir mücadele biçimiyle süregelen Gezi direnişi iktidarın baskı ve şiddet politikalarıyla karşı karşıya kaldı. Gezi, direniş mekanlarının ortadan kaldırılması, bu birikimin ortadan kalkması anlamına gelmiyordu.
Uzun zamandan sonra ilk defa Türkiye’nin doğu ve batı yakası bir araya geldi. Bu tablo egemenleri çok daha telaşlandırdı, kaygılandırdı. Demokratik değişim talebi Gezi’ye yönelik saldırılara rağmen ortadan kalkmadı, değişik şekillerde kendini sürdürdü.
HDK ile birlikte 2013-2014 sürecinde gittikçe büyüyen demokratik hak örgütlenmeleri, bu iklimde bu zeminde beslendi, gücünü aldı. Siyasette, mücadelede kendini ortaya koydu. Gezi Direnişi'nin ortaya çıkardığı o birleşiklik tablosu içerisinde bir çoğalma durumu yaşandı, örgütlenme düzleminde de kendini çoğaltmaya başladı. Daha çoğulcu, daha kolektif, daha dayanışmacı, demokrasinin geliştirilmesinin inşa edilmesine uygun bir toprak gelişmeye, oluşmaya başladı.
“AKP iktidarının büyüsü bozulmuştu”
Siyasi iktidarın asıl hazmedemediği Türkiye’de demokrasinin gelişmesiydi. Türkiye halklarının birleşmesi, Türkiye halklarının başarabileceğini görmesiydi. Aslında AKP iktidarının büyüsü bozulmuştu.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bizim siyasi yürüyüşümüzün dönüm noktasıdır. HDK, Gezi Direnişi sırasında toplumsal bir hareket olarak kendini var etti. Bizler bu dönemde yapılması en doğru şeyi yaptık, birilerinin mutlaka bizim yaptığımızı yapması gerekiyordu.
İster tarih ister tesadüf ister zorunluluk önemli değil ama birilerinin yapması gerekiyordu. Türkiye'deki demokratik değişim isteği siyasi iradeye dönüştürmek gerekiyordu. HDK, içinde yapılan tartışmalardan hareketle bir toplumsal hareket üzerinden HDP’nin kuruluşunu başlatmıştır.
“HDP bir fikir, felsefe partisidir, yargılanamaz”
O dönemde siyasal ve toplumsal açıdan yeni bir sorumluluk ve irade ihtiyacı duyuldu. Türkiye'de artık toplum kabına sığmıyor, bu kap dar geliyor, Gezi gibi bir dayanışma demokratik bir direniş hareketiyle kendini ortaya koydu. Bir siyasi iradenin müdahale edip toplum içindeki unsur olarak bu harekete öncülük yapması gerekiyordu.
O süreçte HDK’nin içinden çıkan bir yönelim olarak HDP kurulmuştur ve Türkiye halklarının birleşik demokratik devrimci geleceğini inşa etmek üzere kurulmuştur. HDP bir fikir, felsefe partisidir. HDP bir tarih partisidir ve hiçbir fikir, hiçbir felsefe ve tarih asla mahkeme salonlarında yargılanamaz. Asla mahkeme salonlarına sığmaz. Beş milyon sayfalık dosya yapsanız ona da sığmaz, 15 milyona da sığmaz. Çünkü fikir, felsefe, tarih asla yargılanamaz.
“Hayat, mücadele, halk bize bir çağrı yaptı”
HDP Türkiye toplumunun değişim talebini siyasi bir çıkış ile taçlandırmak ve öncülük rolünü üstlenmek istedi. Bir çatı partisi olan HDP’nin Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ olmadan önce ESP Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’dım. Bugün de ana evimi saygıyla sevgiyle selamlıyorum. Bütün ESP saflarında mücadele eden yoldaşlarımı, arkadaşlarımı saygıyla selamlıyorum.
Ama ben ESP görevini yürütürken yaşanan bu değişimler bize bir çağrı yaptı. Hayat, mücadele, halk bize bir çağrı yaptı. Artık kendi sınırlarımızın dışına çıkma çağrısı yaptı. Artık toplumun birleşerek başarma isteğine, siyasi sınırlarımızı arkamızda bırakarak cevap olma çağrısı yaptı. Bu tarihsel bir çağrıydı, çağrıyı duymak da tarihsel bir görevdir. Benim bir sosyalist olarak bu çağrıyı duymaktan başka görevim yoktu.
“Kürt halkının hak taleplerine sırtımızı dönemezdik”
Başta kadınlar olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin karanlığı dağıtmak istiyoruz çağrısına kulak verdik. Tam da o dönemde çağrıya kulak vererek çeşitli partiler, demokratik kitle örgütleri, feminist örgütler, doğayı savunan kurumlar, birey ve politik aktivistler bu birleşme çağrısı etrafında buluştu ve HDK’den sonra HDP’ye can veren bir nitelik, bir buluşma tablosu oluştu.
HDP’nin kuruluş zemini böyle oluşmuştur. HDP çatısı altında olmamızın nedeni buydu ve kendi sosyalist tarihimizin, programımızın çerçevesinde buna dahil olduk.
Sosyalizmin özünde eşitlik vardır. Biz sosyalistlerin halklara sırtını dönüp sosyalizmcilik oynama hakkı yoktur. Burnumuzun dibinde kan akarken, Kürt halkının eşit hak talepleri kabul edilmezken sırtımızı dönemezdik. Bir sosyalist bunu yapamaz. Benim bir sosyalizm programım var, 'sosyalizm sistemini getirdikten sonra tüm ulusları ele alıp haklarını ele alırım' demek yoktur. Sosyalizmin temelinde enternasyonalist bir bakış ve ulusların birleşmesi, eşit haklarla yaşaması vardır.
Türkiye'de hiçbir sosyalistin ezilenlere, Kürt halkına sırtını dönmesine hakkı yoktur. Ayrımcı yaklaşan, Kürt halkına tepeden bakan zihniyeti ve partileri eleştirdim ve eleştirmeye devam edeceğim. Birleşikliği savunmak adına ne söylediği belli olmayan, sapla samanı birbirine karıştıran bir sosyalizm olamaz.
Eğip bükmeden bu hak mücadelesi etrafında nerede yer alacağını bilmek gerekir. Benim partim ESP ve diğer sosyalist partiler safını net belirledi. Ben de isterdim ki oturup sosyalist programın çelişkilerini sorunlarını anlatayım, bunları konuşmak isterdim, insanların refah içinde yaşaması için ne gerekiyorsa onu anlatmak isterdim ama etrafınızı karanlık sarmışsa ve etrafınızda ‘hawar’ sesleri duyuluyorsa, Kürt halkı katlediliyorsa kulaklarınızı tıkayamazsınız. Bir yerde ateş yanıyorsa hiçbir şey yapamıyorsanız yananlar ile birlikte yanacaksınız.
“Sosyalist kimliğimi nefret gerekçesine dönüştürdüler”
Sosyalist bir Türk olarak, “Ne işin var Kürtlerin arasında?” şeklinde birçok kez tepki aldım. Ancak biz bıkmadan usanmadan anlatmaya çalıştık. Hak olanın, doğru olanın bu olduğunu anlatmaya çalıştık ikna etmeye çalıştık ve bunu anlatmaya devam edeceğiz. Benim Türk kimliğimi, sosyalist kimliğimi daha fazla nefret gerekçesine dönüştürdüler çünkü ‘Türkler kendi isteğiyle Kürtlerin yanında olamaz’ fikri vardı.
O sınırları kendileri koymuşlar. Ben ve yoldaşlarım bu sınırı onların nezdinde aşmış olduk. Bütün bu nefretle bizi ayrı yerlere savurma çabalarına karşı biz bir çizgide inat ve ısrar ettik, yine inat edeceğiz.
Türkiye ve Kürdistan halklarının birleşik mücadelesinin tasfiye edilemez. Biz hem dövüldük, ateşte yandık ama bu çeliği kıramazsınız. Türkiye ve Kürdistan halklarının devrimci demokratik birleşik mücadelesi kırılmaz bir çeliktir.
“Bizden de sonraki kuşaklara gidecek”
Sosyalist olmanın gerekliliklerinden biri de reddedilen ulusların haklarına sahip çıkmaktır. Buna karşın bu fikir faşizm hareketleri tarafından kırıldı ve kimi sosyalist yapılar tarafından yok sayıldı. Bu durum Türkiye’deki sosyalizm mücadelesini kesintiye uğrattı.
Bizim açımızdan Kürt halkının davasına sahip çıkmak, güncel politik bir zaruretten ibaret değil, bize bir vasiyettir. 1968’lerde devrimci hareketlerde yaşamını yitiren devrimci yoldaşlarımızın vasiyettir. Bu miras ve vazife bize idam sehpalarında bırakıldı. Deniz Gezmiş, Yusuf İnanların sözüyle bize vazife edildi. Bütün devrimci kadroların katledildiği dönemlerde, çok genç yaşlardaki yoldaşlarımız da çok önemi bir bilinç ve nitelik ortaya çıkarmışlardır. Denizlerin yazdıkları son mektupta tarihe ve bize vasiyet edilen şuydu: ‘Yaşasın Türk ve Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi.’ Bu sözler nice kayıplar ve durgunluklarla sınanarak dönüp dolaşıp bize geldi. Bizden de sonraki kuşaklara gidecek.
“Türk milliyetçiliği savaş endüstrisinin aparatı”
60’lı yıllarda Kürt sorununun üzeri katliamlarla kapatılmaya çalışıldı ve toplum bir çıkış yolu bulmaya çalıştı. 70’lerde Türkiye devrimci hareketine yönelik olan darbe gelişiyor ve Denizler katlediliyor. O dönem savcının mütalaasında savcı Denizleri suçluyor. Onları suçlarken diyor ki: ‘Yeni bir fikir daha ortaya atılıyor. Etnik yönden bütünlük arz eden Türk milleti bölünmek isteniyor’. ‘Kürtler, bizimle aynı yurtta yaşamaya nail olmuşsunuz, siz daha ne istiyorsunuz? Dilleri iki yabancı devletin uyduruklarıyla, iki yabancı devlet Kürt dilinin gramerlerini uydurmuş, Kürtler de aynı zamanda bir Oğuz Boyu’dur’ diyor.
Bu ırkçı şovenist kesimlerin safsatasından birisidir. Neresinden bakarsanız korkunçluk akan zihniyet. Bugün bu zihniyet ne kadar yer değiştirmiş. Arkadaşlarımın hatırlattığı gibi Kürtçe, 'bilinmeyen dil, anlaşılmayan dil, anlayamadığımız dil' diye kayıtlara geçiyor.
Bunu Kürt asla hak etmiyor peki Türkler hak ediyor mu? Öyle bir Türklük, ayrıcalıklı ulus hülyası boyutuna geçirmişler. Empoze edilen yaklaşımla Türk ulusu da Kürt sorununun kendi sorunu olduğunu idrak edemiyor fark edemiyor. O kadar ele geçirilmiş Türklük.
Bu milliyetçi geçinenler var ya, bunlar milliyetçiliği savaş ticareti haline getirmişler. Bu memlekette milliyetçilik, şovenizm olmazsa, milliyetçiliği kendi tekeline geçirmiş insanlar işsiz, ekmeksiz kalırlar. Lüks ve şatafat içerisindeki hayatlarına kavuşamazlar, o hayatlarını yaşayamazlar.
Türkiye’de Türk milliyetçiliği savaş endüstrisinin savaş lobisinin ve çete faaliyetinin aparatına dönüştürülmüş durumda. Türk milleti tarihinin en trajik dönemini yaşıyor. Tartışmıyorum ama milliyetçiliği o topundan daha fazla bilirim. Ama milliyetçiliğin en hazin, en acı dönemidir, çetelerin, mafyanın, savaş tüccarlarının, uyuşturucu tacirlerinin eline kaldı. Türk bayrağı tarihinde bu kadar aşağılanmadı.
“50 bin insan ölüyor, sadece dilini konuşabilmek için”
Milliyetçilik Türkiye'de yozlaşmanın odak noktasına dönüştürüldü. Bu aynı zamanda ırkçı, şovenist, talancı, yağmacı bir zihniyet, bir çeteleşmedir.
Bu memlekette 50 bin insan ölüyor, sadece bir dil için, dilini konuşabilmek için. Özerkliğe gelemedik daha. Türkiye halkı geleceğini göremiyor, ekmeğinden, çocuğunun geleceğinden emin değil. En önemli sebebi birileri istiyor diye, koltuklarında oturmaya devam etsin, kasaları dolmaya devam etsin diye sürdürülen savaştır.
Bu savaşın içerisinde aynı zamanda Türk ulusu da Kürt milleti de geleceksizleştiriliyor, çok daha büyük bir yozlaşmanın çürümenin içine sürükleniyor.
“Türk ulusu kendini seçkin, hakim ulus sanıyor”
Kürt toplumunu çökertemiyorlar. Çünkü çekilen onca acıya, o kadar kayba rağmen, akıl almaz saldırılara rağmen bu toplum bir taraftan çekiyor bir taraftan da dayanıklılık geliştiriyor. Ama Türk ulusunun durumu kötü. Kendini seçkin, hakim ulus sanıyor. Her şeye kendinin sahip olduğunu sanıyor oysa ki öyle değil.
İktidardakiler Türk ulusuna bunu söylüyor ama bunu söylerken geleceğini, ekmeğini, yemeğini, hakkını, onurunu çalıyor, adaletsizlik dayatıyor. Bunun karşısında Türk ulusu direnme refleksi geliştirebilecek noktada değil.
En büyük sorun Kürt sorununun çözülmemesi çok büyük bir Türk sorununa yol açıyor. Asıl bölücüler bize bu dosyayı hazırlayanlardır. Bizi devletin birliğini, bütünlüğünü bozmakla itham edenler, devleti milleti kendi babasının bahçesi sananlardır. Asıl bölücüler de sanki babasının bostanını, tarlasını kendi kafasına göre bölüyor gibi bölen aynı iktidar merkezleridir.
“Kürt sorunu, 100 yıl ertelenen bir sorun”
Kürt sorunu yakın tarih bakımından 100 yıl öncesine dayanan ve 100 yıl ertelenen bir sorundur. Ama bunu sadece bir sorun olarak göremezsiniz aynı zamanda bir sözdür. Kurucu Meclis döneminde Kurtuluş Savaşı'nın, emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşının başladığı dönemde, savaşın öncüleri yani yeni cumhuriyetin öncüleri ve bağımsızlık mücadelesini başlatanlarla Kürt toplumu arasında bir sözleşme yapılmıştır. Söz dediğim budur.
Misak-ı Milli’yi kendi vaat edilmiş vatan, sathı vatan olarak görürler. Sadece yüz ölçümünü değil, aynı zamanda Misak-ı Milli'yi de Türkiye yüzölçümü dışındaki alanları da kendilerinin sahip olduğu, kendi varlık alanları gibi tarif ederler. Oysa ki tarihte öyle yaşanmadı.
Türk milliyetçilerinin büyük hayali Turan’dan sonra Misak-ı Milli’ye yeniden kavuşmaktır. Ama Misak-ı Milli adından anlaşılacağı gibi bir mili sözleşmedir ve bu sözleşme tanımı Türklük, tek bir Türk tanımı üzerinden yapılmamıştır. Türk ve Kürt tanımı üzerinden yapılmıştır. Misak-ı Milli’deki millet kavramı Türk ve Kürt uluslarını kavrayan bir kavramdır.
Cumhuriyetin 1. Meclis belgelerine bakıldığında birleşik ulus olarak, birleşik meclis olarak tarif eder, Misak-ı Milli kaybedilmiştir ama onun öncesinde Kürtlerle birlikte sonradan Türkiye olacak politik merkezi söz vermiştir.
“Şeyh Said isyanı neden patladı?”
1924’te Şeyh Said isyanı çok konuşuluyor, neden patladı bu isyan? ‘Kürtler biz sizinle sözleşme yaptık, siz bize söz verdiniz. Bu sözün karşılığında beklediğimiz şey otonomi, muhtariyet olarak tarif ediliyor. Özerklik federatif yapı olarak tarif edilmiyor.'
Mustafa Kemal’in açıklamaları, konuşmaları esas olarak Amasya Protokolü bunun protokole dönüşmüş halidir. Siz bize 'gelin düşmanı temizleyelim, işgalcileri atalım ortak vatanımızdan' dediniz. Ama diyor ki Kürt benim de böyle bir sıkıntım var, talebim var. O zaman kolay diyoruz bir protokol yaparız sizin de otonom, mutariyet düzeyinde hakkınızı tanırız ama birleşik yaşarız. Misak-ı Milli'nin özeti, esası budur.
“Katliamın acı yükünü sırtımızda taşıyoruz”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ve sonrasında birçok katliam gerçekleşti. Farklı kesimlerin bir arada demokratik ve adil bir şekilde yaşama koşullarını sağlayamayan iktidarlar sorunları baskıyla çözmeye çalıştı.
Süryanileri kıyımdan geçirmişler, Êzidîleri kıyımdan geçirmişler, Ermenileri kıyımdan geçirmişler, ölmeyeni sürgünle dünyanın bilmem kaç yerine dağıtmışlar. Bunların her birini yönetemedikleri farklılıkları çözmek için yapmışlar, çözebilmiş mi? Hayır!
Ermeni Katliamı'nın yaşandığı dönemden bize kalan çok ağır bir bakiye, hala sırtımızda taşıyoruz. Hala Kürdü de Türkü de, bu sınırlarda yaşayan bütün insanlar olarak o katliamın acı yükünü sırtımızda taşıyoruz.
“Samimi bir özeleştiriyle yaşanan hafifler”
İnşa edilecek demokratik bir Türkiye’de samimi bir özeleştiri ve barışçıl bir el uzatma ile tarihte yaşanan acılar hafifletilebilir. Ama Türkiye'yi yöneten zihniyet böyle düşünmüyor. Kendi bağımsız fikriyle de yapmıyor.
Ermeni Katliamı'nın yapıldığı dönem İttihat Terakki dönemidir, Sarıkamış kaybının kıyımının yaşandığı dönemlerdir. O kıyımdan kayıptan çıkabilmek için çözüm çare ararken kendilerini Almanya’nın yanında bulmuş ona biat noktasına gelmişlerdir.
Ermeni Katliamı'nda Almanya’nın çok büyük payı vardır, Alman devleti birincil dereceden sorumlulardandır. Planı yapan, İttihatçılara tehcir projesini, Ermeni sorununun sürgünle, kıyımla çözülmesi fikrini veren Alman devletidir. Bağımsız bile düşünemiyor. Türkiye ordusunun başında Alman general vardır.
ma milliyetçilik hamaseti yapanlar bunları söylemez, onlar söylemeyince tarih unutacak mı? Ermeniler kıyıma uğradı, kovuldu düne kadar birlikte yaşadığı ortak vatan topraklarından.”
Duruşma bugün devam ediyor. (AS)