4. Sinemada Film Festivali kapsamında yazar ve yönetmen Derviş Zaim’in “Tavuri” belgesel filmini izlemek üzere Büyükada’daki Atatürk Meydanı’na gittik; ancak büyük bir heyecanla beklediğimiz filmin gösterimi, teknik sorunlardan ötürü yaklaşık bir saat kadar gecikti ve nihayetinde gösterilemeyeceği açıklandı.
Zaim’in filmi seçtiği kişi Tavuri’nin, yani Kıbrıs’ın en büyük dolandırıcısı ve aynı zamanda Zaim’in çocukluk arkadaşı olan Mustafa Serttaş’ın hayatından kesitleri görebilmeyi merakla bekliyorduk.
Gösterimin Taş Mektep’te, ileri bir tarihte gerçekleşeceği sözünü aldık.
Derviş Zaim’le, sıcak bir yaz akşamında tüm izleyicilerle birlikte uzun uzun Tavuri’yi, Mahsun Süpertitiz’i, dolandırıcılığın farklı yüzlerini, sinema külliyatını ve Türkiye gündeminde yer tutan önemli meseleleri konuştuk.
"Tabutta Rövaşata" filminizdeki Mahsun’u da hatırlarsak, karakterler seçimlerinizin hayli ilginç olduğunu söyleyebiliriz. Neden bu insanları seçiyorsunuz? Onlara yakın hissettiğinizi – onlara “çekildiğinizi” söyleyebilir miyiz?
İnsanın kırılması nerededir? Savaşta, hastalıkta, açlık ve suçtadır, öyle değil mi? Dolayısıyla suçun içerisindeki insanı büyüteç altına aldığımızda insana dair bir şeyler söyleyebilme ihtimalimiz olur. Bu yüzden böyle insanlar beni her zaman heyecanlandırıyor. Hepimizde buna benzer, açığa çıkmamış potansiyeller olabilir ve bunlar bir şekilde tetiklendiğinde farklı şeyler ortaya çıkabilir. Zaten tetiklenmiş ve suç meselesinin, savaşın, açlığın ya da büyük felaketlerin göbeğindeki insanlar; insan adını verdiğimiz şeyin ortaya konması, bunun üzerine soru sorulabilmesi için mükemmel imkânlar verirler. Ben de bu yüzden onları seçiyorum.
“Tavuri bu işin Maradonası’ydı”
İlk filmim "Tabutta Rövaşata" bir kurmacaydı, bu bir belgesel. Aralarında çok büyük bir fark var. Ama yine de tanıdığım insanlardan esinlendiğim hikâyeler bunlar. Bu belgeselin karakteri çocukluk arkadaşım Tavuri. Memleketin en büyük dolandırıcısı oluyor daha sonra. Onun üstüne bir başkasının gelme ihtimali yok. Bir insan yattığı hapishaneyi dolandırabilir mi? Tavuri bu işin Maradonasıydı.
Belgeselde Tavuri, çocuğunu yıllarca görmediğini anlatırken gözleri doluyor. Özünde iyi bir insan mı Tavuri?
Ben insanın gri olduğuna inanıyorum. Siyah ya da beyaz değil, grinin değişik tonlarıyız. En kötü diyebileceğiniz insanda bile bir “iyi” çıkabiliyor. Mustafa Serttaş (Tavuri) evet kötüydü; ama çok büyük iyilikler de yapabiliyordu. Buna şahit oldum, onun insani yanını görme şansına sahip oldum. Sizlerin şahit olduğu da o anlardan biriydi.
Zaten bu bir doktora tezi değil. Bilimsel bir iş yapmak istemeyen bir sinemacının görevlerinden biri de, o bilimsel tezin gidemeyeceği yerlere gitmektir. Ben de bunu yapmaya çalıştım.
Papadopulos’u dolandıran kişi
Tavuri ne demek?
Tavuri, şeytan anlamına geliyor, İtalyancadan geldiği tahmin ediliyor. Dedesinden ona kalan miras bu lakap. Dedesi öldükten sonra Mustafa Tavuri diye anılır olmuş. Hatta daha sonra aileden Tavuri’yle aynı isim ve soyadına sahip biri hâkim oluyor. Dünyanın en büyük dolandırıcısıyla aynı isme sahip olduğu için mahkeme kararıyla soyadını değiştiriyor. Mustafa Serttaş söz konusu olduğunda filme katmadığım çok hikâye var.
Filmde bulunmayan bir hikâyeyi size anlatayım. “Ben kuzeyden Türkler yüzünden kaçmak zorunda kalan bir bankerim. Çok büyük bir parayla geldim,” diyor güneye, “Bu paraları aklamam lazım”. O sırada Papadopulos, (Kıbrıs Cumhurbaşkanı seçilmeden iki ay önce) avukatlık yapıyor ve Yugoslavlar ile Sırpların parasını aklıyor, bununla meşhur. Rum kesiminin en uç insanlarından biriydi. İşte rahmetli Tavuri (Allah ondan razı olsun), onun birkaç yüz bin eurosunu götürdü.
Ben bir Arsen Lüpen hikâyesi yapmak istemedim ama, onu söyleyeyim. Tavuri’yi, ailenizin sevimli bir hırsızı yapmak istemedim. Evet sempatiyle karşılanabilir ama hırsızlık hırsızlıktır, mahkûm etmek gerekiyor. Ben de bunu yapmaya gayret ettim.
Başyapıtım dediğiniz filminiz var mı?
Bunu söylemek zor, çünkü onlar benim çocuklarım. Çocukların içerisinde seçim yaptığında aile içinde olay çıkar.
Peki sizin gözünüzle bir film izlemek istesek?
Derslerimde bazı filmler tavsiye ediyorum ama hiçbir film için "gelmiş geçmiş en iyi film" demem. Çünkü elmalar var, armutlar var, şeftaliler var ve bazılarımız armut istiyor, bazılarımız şeftali... Üç-beş film ismi verebilirim ama “Bundan ötesi yok” gibi bir şey olamaz, olmamalı.
“Parsadan mı, Tavuri mi?”
Tavuri sizin çocukluk arkadaşınızdı ve anlaşılan o zaman da hırsızlık yapıyordu. Kolay şekilde para sahibi olan biri... Bu sizin için cezbedici miydi yoksa direnmek zorunda kaldığınız bir şey mi? Tavuri sizi nasıl etkiledi?
İşte film orada başlıyor. Bende nasıl bir etki yarattığını öğreneceksiniz. Kendimle ilgili sorular da soruyorum, çünkü bu bir hırsız filmi değil. Filmi “Bakın burada ne enteresan bir hırsız var. Gelin, görün ortalığı kasıp kavuralım” demek için yapmadım.
Senaryolarınızı oldukça sade yazıyorsunuz, kısa kısa. Nasıl bir hazırlık süreciniz oluyor?
Görselleştiriyorum. Senaryoyu mümkün olduğu kadar yalın, görselleştirebilecek şekilde yazmak gerek. Senaryo farklı, edebiyat farklı. Senaryoyu bir sanat eseri olarak görmememiz lazım. Film ortaya çıktığında sanat oluyor. O yüzden kısa, öz, görselleştirilebilir cümleler yazmaya gayret ediyorum.
Selçuk Parsadan mı daha iyi dolandırıcı, Tavuri mi?
Zor soru. Parsadan da çok büyüktü. Tansu Çiller’i başbakanken dolandırabilmiş. İkisi de insanın şeytani tarafının nerelere ulaşabileceğine dair "iyi" temsiller. Bu adamların hangisinin daha iyi dolandırıcı olduğunu düşünmek yerine ortaya çıkış nedenlerini ve toplumun buradaki rolünü düşünmeli. Çünkü Parsadan’ı üreten Parsadanlar her zaman aramızda. Bir Parsadan çıkması toplumsal koşullara bağlı.
Kıbrıs’ın kendine ait irrasyonel koşulları yakalayabildiği, bunları manipüle edebildiği için Tavuri bu kadar başarılı; Parsadan da öyleydi. Türkiye’nin kendisine ait irrasyonelliklerini çok iyi okuyabildiği için o dolandırıcılığı yapabildi.
Bir insanda aileden gelen ırsi özellikler olur; ama o yetenekle hiçbir şey yapamaz. Ama başkası Parsadan olur, Tavuri olur. Çünkü görür ve risk alır; genetikle çarpan etkisi yapar, yürür gider.
Konuşabilme ihtimali
Hapishanede, onca yıl sonra çocukluk arkadaşınız Tavuri ile karşılaştığınızda; yönetmen kimliğinizden ayrı olarak, Derviş Zaim olarak ne hissettiniz?
Konuşabilme ihtimalimiz var mı? Böyle bir imkân ve yol var mı? O ihtimali yakalamanın peşindeyim. Bunu başarabilir miyiz? Çünkü konuşmayı başarabilmek şu anda insanlığın çözmesi gereken en önemli sorunlardan biri. Nasıl olacak bu iş? O kronik bir suçlu, benim hayatım ise başka bir yöne gitti. Acaba ben Tavuri ile bu ilişkiyi kurabilecek miyim? Ve bu ilişkide kendime ait sorular var; bunların yanıtlarını bulabilecek miyim?
"Flaşbellek" filminizle hükümete yakınlaştığınızı söyleyemesek de, eski politikliğinizden pek bir şey kalmadığını düşündük. Siz de böyle düşünüyor musunuz?
O filmin politik olarak en önemli işlerimden biri olduğunu gündeme getirmek istiyorum, bunun arkasındayım. Çünkü Türkiye’nin şu anda karşı karşıya kaldığı çok önemli bir mesele var: Suriye ve göçmenler. 14 senedir bununla ilgili yapılmış bir film yok, yapılan filmleri de haklı olarak destekliyorum. Göçmenlerin Türkiye’de, İstanbul’da ayakta kalma mücadelesine eğiliyorlar. Ama Suriye’de ne oldu da 2011’den bu yana bunca şey yaşandı, sorusunun peşine düşen tek bir Türk filmi yok.
Artık Suriye bizim hayatımızın bir parçası ve bu film onun peşine düşmüş yegâne Türk filmi. Müstesna, ayrıksı. Sesi olmayan insanların sesi olmaya çalışıyor. Politik olarak tüm kariyerim sesi olmayan, mağdur olan insanların sesini duyurmaya çalışmak üzerine oturur.
“Hayattaki tek politik mesele”
Bu filmde de başrol oyuncusu, konuşamayan Arap bir karakter ve sesini bulmaya çalışıyor. Bütün meselesi, kendi hikâyesini kendi perspektifiyle anlatmaya çalışmak. Bu da son derece politik, hatta bence hayattaki tek politik mesele budur.
Finansman meselesine gelince, Hitchcock Hollywood'da film yaptı. Hollywood’un parasıyla Hollywood estetiğini askıya alan en önemli filmler Hitchcock sayesinde ortaya çıktı: “Sapık”. Aristocu üç perde felsefesini yerle bir eden filmlerden biri. Mesele nedir peki orada? İçinde bulunduğun duruma; yapı ve estetik olarak mesafe alabilme kapasitesi gösterip gösteremediğidir. Ben de mesafe alabilme yetisini yaptığım her işte korumaya çalışırım. "Flaşbellek" Türk sinemasında politik olarak daha farklı işlerin yapılabilme ihtimalini gösteren çok önemli bir film.
“Türkiye’deki Dostoyevski hastalığı”
Bir Arsen Lüpen filmi anlatmadığınızı söylediniz. Peki bir Arsen Lüpen değil de Raskolnikov filmi çekmiş olabilir misiniz?
Sevmiyorum bu yorumu. Türkiye’deki Dostoyevski hastalığını da… (gülüşmeler) Tamam çok büyük adam, kabul ediyorum ama Rus ve Hıristiyan olmak lazım bu adamları anlayabilmek için. Tarkovski için de geçerli bu. Türk entelijansiyası neden bu hâle düştü? Bu önemli bir soru ve bence bunun üzerine doktora tezi yazmak lazım. Niçin böyle deliriyorlar? Dostoyevski’nin esas hikâyesi "Yeraltından Notlar"dan sonra başlar, çünkü değer arar. Değer aradığı zamanki söylemleri Hıristiyanlık’tan doğar. Sen Türk ve Müslümansın. Ateist olabilirsin ama kültürel olarak Müslümansın. Dostoyevski ile ilgili ipucunu oradan alamazsın.
Filmleriniz dışında politik söylemi olmayan bir yönetmensiniz. Başından beri söylediğiniz ‘konuşabilme ihtimali’ni diri tutmak için mi bu tercihiniz?
En güzel soru buydu. Külliyatıma baktığınızda Türk sinemasındaki en politik insanlardan biriyim. Türk sineması Kıbrıs’la ilgili hiçbir film yapmamıştır. Yılmaz Güney vurdulu kırdılı, son derece milliyetçi bir film yapmıştır mesela, onda da başrol oynamıştır. Kıbrıs’la ilgili Türk sinemasında yapılmış dört filmin sahibiyim. Suriye ile ilgili yapılmış tek filmin sahibi benim. Türkiye’deki Susurluk skandalı, devlet-mafya, devletin klasik yapısı, kurumlar… Bütün bunların iç içe çürümüşlüğü ile ilgili yapılmış tek filmin sahibi benim. Bunları dile getirdiğim için de özür dilerim.
“Yaranın fotoğrafını çekin”
Ben sinemacıyım ve görevim doktora tezi yazmak değil. Görevim çıkıp her gün sosyal medyada birilerini asmak-kesmek değil. Benim görevim sinema ve dizi kanalıyla, görsel yollarla sizinle konuşmaya çalışmak. Siz bunları alırsınız, almazsınız o ayrı. Ama ben "Flaşbellek"i yaptım, "Çamur"u yaptım. Üç bin kişi de görse, beş bin kişi de görse orada duruyorlar. Gerisi benim meselem değil artık. Onlar benden çıktı. Ben söyledim lafımı.
Büyükada’da şu sıralar zor günler geçiriyoruz. Geçmişten geleceğe taşımak istediğimiz mirasımız elimizden alınıyor ve biz de buna direniyoruz. Derdimizin adı ise “Azmanbüs”. Direnişimizle ilgili bize ne tür önerilerde bulunursunuz?
Her şeyden önce içinde bulunduğunuz durumu saptayın. Ham halini dile getirin. Böyle bir yaranız varsa o yaranın fotoğrafını çekin. Cep telefonuyla video çekin, konuşun ve yayın. Görsel olmayan hiçbir şeyin bugün bir önemi yok artık. Her türlü mikrokültürün ortadan kalkması beni rahatsız eder. Yanınızdayım. (GG/TY)