Ancak, bu rakamlardan hareketle, "yönetimde kadınların sayısının artmasıyla birlikte, kadınların yaşadığı ayrımcılığın sona ereceği hükmü" en az bu veriler kadar sorgulanmaya değer.
Evet, her alanda olduğu gibi akademide de kadın meslektaşlarımızın yükselmesi ve yönetim kademelerinde görev alması önemli. Fakat, çalışma yaşamında ve özelde akademide kadınların yaşadığı ayrımcılığı sona erdirmek için yeterli bir çözüm değil.
Üniversitede eşitsizlik sadece cinsiyete dayalı değil
Hele de Türkiye üniversitelerindeki temel sorunların, cinsiyet sorunundan çok akademik özgürlüklerde düğümlendiği göz önüne alınırsa...
Hemen her alanda olduğu gibi akademide de cinsel ayrımcılık sorunu, diğer pek çok sorunla içi içe geçmiş biçimde var oluyor.
Üniversitelerin, akademik kalitenin ve çalışanların akademik yeterliliğinin yükseltilmesine odaklı bir personel politikasına sahip olmaması -ki bu aynı zamanda bir devlet politikası da olmalıdır- kadınları akademik yaşamda da eşitsiz bir mücadele içine sokuyor.
Çünkü bu politika ve pratik eksikliği nedeniyle bilimsel/akademik üretim, yalnızca bireysel yetenek ve çabayla gerçekleştirilebilen üretimlere dönüşüyor.
Bu durumun yarattığı eşitsizlik, yalnızca cinsiyete dayalı farklılıkları değil, aynı zamanda bölgesel farklılıkları da belirgin kılıyor.
Üniversitelerde kadın yöneticilerin sayısı kadar, taşra üniversitelerinin akademik üretimdeki yerlerinin de alt sıralarda olduğu bir gerçek.
Cinsel ayrımcılıkla mücadele, öncelikle bireysel ve toplumsal bilinçlenme süreci olarak görülmeli.
Üniversiteler de dahil tüm kurumlarda, bu ayrımcılığı ortadan kaldırmanın yolu-kadın ya da erkek- toplumsal ve bireysel özgürlüklere saygılı, toplumsal cinsiyet sorununa duyarlı yöneticilerin, hatta daha doğru bir ifadeyle yönetim mekanizmalarının işbaşına getirilmesiyle olur.
Ayrımcılıkla mücadele toplumsal bilinçlenmeden geçer
Kadınların yönetimde bulunması da ancak böyle bir duyarlılık içinde anlamlı olacak.
Çünkü, Ruken Öztürk'ün de vurguladığı gibi erkeklik ve kamusal alan arasındaki bağlantı, yalnızca üretim, dağıtım ve yönetim dünyasına büyük ölçüde erkeklerin egemen olduğu gerçeğiyle değil, kadınlar bunlara sahip olsalar bile kamusal yaşamın gerektirdiği kapasitelerin eril kapasiteler olarak anlaşılıp kavranması ve kamusal yaşam tarafından kurulmuş kimlik biçiminin bir eril kimlik biçimi olması gerçeğiyle açıklanabilir. *
Bu ülkede bir kadın başbakan da oldu
Başka bir ifadeyle, kamusal yaşamın dayattığı eril kimlik biçiminin dışına çıkmaksızın yönetimde yer almanın, kadın hareketi adına bir kazanıma dönüşemeyeceği açık bir gerçek.
Bu gerçeği, bir kadın başbakana sahip olmuş bir ülke olarak yakından tecrübe ettik.
Bu ve başka örneklerde kadınların en üst düzey yönetimde bile eril düşünce, söylem ve pratiğin kalıplarını kıramadığını, hatta kırmayı aklından geçirmeyecek kadar onu içselleştirdiğine tanık olduk.
Bu örnekler cinsel ayrımcılıkla mücadelenin, yönetimde yer alanların kadın ya da erkek olmasından çok, tüm kademelerde gerçekleştirilmesi gereken bir bilinçlenme süreci olduğunu göstermektedir.
Medyanın "kadın yönetici yok" söylemi sorunlu
Dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta da medyada karşımıza çıkan, yönetimde kadınların sayısının artması gereğini savunan yazıların dayandığı temel argümanların da oldukça sorunlu olduğu.
Bu yazıların çoğunda, kadın yöneticilerin, "diğer kadın çalışanların sorunlarını daha iyi anlayacağı" ya da onlarla daha iyi iletişim kurabileceği, "barışçı", "uzlaşmacı" bir tavır içinde olabilecekleri savunuluyor.
Ancak, bizzat bu düşüncesinin kendisi cinsel farklılıklara olan inancımızı açık ediyor.
Cinsel karakter
Toplumsal cinsiyet psikolojisi, kadınlar ve erkeklerin "yaradılışları, karakterleri, düşünüş biçimleri, yetenekleri ve hatta tüm kişilik yapıları açısından" farklı özellikler taşıdığını savunur.
Connel'ın "cinsel karakter"** olarak adlandırdığı bu kavram, erkekler ve kadınları karakterize eden kişilik özellikleri kümelerinin oluşturulmasını ve bunların doğanın kanunu olarak sunulmasını sağlamıştır.
Buna göre kadınlar, terazinin "sevgi", "şefkat", "diyalog" kefesine oturtularak, kadın ve erkek arasında kurulan bilinen ikili karşıtlıklar yeniden üretiliyor.
Bu durumda, parlamentoya girebilen sınırlı sayıdaki kadın milletvekillerine yakıştırılan yegane görevlerin "kadın ve aileden sorumlu bakanlıklar" ya da "çocuk haklarına" ilişkin komisyonlar olmasını yadırgamamak gerekir.
Kadınlar, kamusal alanda var olabildiklerinde bile, "özel alan"ın sınırlarına hapsedilmektedir.
Cinsel ayrımcılığın mağduru hem erkek hem kadın
Son olarak şu da belirtilmelidir ki, son yıllarda kadın sorunu oldukça haklı biçimde "toplumsal cinsiyet" biçiminde daha geniş bir alana evrildi.
Bu, genel anlamda, cinsel ayrımcılığın, yalnızca kadınların değil, erkeklerin de sorunu olduğuna işaret eder.
Egemen ideoloji tarafından belirlenen ve bize dikte edilen toplumsal cinsiyet rolleri, kadınları olduğu kadar, erkekleri de kuşatmakta ve bu rollere uygun biçimde davranmaya zorlamaktadır.
Dolayısıyla, "cinsel ayrımcılıkla mücadele"nin, öncelikli olarak kadınlar tarafından yapılması gerektiği düşüncesi de başka türlü bir sınırlamayı dayatır.
Bu mücadeleyi, kadınların tekeline almak, hem mücadeleyi hafife alma, hem de sorunu yalnızca kadınların sorunu olarak görme tehlikesi yaratıyor.
Çünkü cinsel ayrımcılık, ne yalnızca kadınların sorunudur, ne de yalnızca kadınlar tarafından çözülebilir. (EBA/EZÖ)
* Öztürk, Ruken. (2000). Sinemada Kadın Olmak; Sanat Filmlerinde Kadın İmgeleri. İstanbul: Alan Yayıncılık. ss: 63
** Connell, R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar; Toplum, Kişi ve Cinsel Politika. (çev: C. Soydemir), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. ss: 225.
*** Yrd. Doç. Dr. Emel Baştürk Akca, Kocaeli Üniversitesi, İletişim Fakültesi.