Çarpıcı rakamlar, istatistikler... Saha araştırmasını yapan sosyoloji bölümü öğrencilerinin bir kısmı da yanımızda.
Karnı doysun diye bir kadının çocuklarına nohut suyu içirdiğini anlatıyor biri. Rakamların çarpıcılığı karşısında şeytanın avukatlığını yapıp "Acaba seçilen örneklemde bir yanlışlık veya bir abartı mı var?" sorusu beliriyor kafamda.
"Seçilen örnek yok" diyor Proje Koordinatörü Barış Dikilitaş. Tüm mahallede her eve, pardon her odaya girildiğini ve hane reisiyle görüşüldüğünü anlatıyor bize.
Ertesi sabah bir grup gazeteci, sosyolog Mahmut Evinç rehberliğinde araştırma yapılan iki mahalleye gidiyoruz. İlk mahalle Fatihpaşa. Fatihpaşa Suriçi'nde, hatta Surlara yapışık demek daha doğru. Çünkü binaların pardon "evcikler" sırtını surlara yaslamış, üç tarafını da çevirmişler.
Ana caddelerin dışında arabaların girişi mümkün değil. Aslında köy desem değil, gecekondu desem o da değil, başka bir şey buradaki evcikler. Şöyle anlatayım bir masa düşünün, masa etrafında sandalyeler. Masa evin avlusu, sandalyeler de her biri bir evcik.
Bir odaya giriyoruz. Yerde bir şilte. Yaşlı bir kadın uzanmış, yanında bir, bir buçuk yaşlarında bir kız çocuğu var. Gelin eşarbıyla ağzını kapatıyor. Yaşlı kadın da yatağından kalkıp oturuyor. Odada bir kanepe, birkaç battaniye gözümüze çarpıyor. Tabi bir de yanan bir elektrikli soba.
Altı-yedi adımlık odada sekiz nüfus
Yaşlı kadın, Vavriye, 84 yaşında olduğunu söylüyor. Evde oğlu, gelini ve beş çocuk ile birlikte sekiz nüfus olduklarını anlatıyor. Bu odaya bu kadar insan nasıl sığar diye düşünürken hemen odayı adımlıyorum; altı adıma, yedi adım. Evet, odanın büyüklüğü altıya yedi adım.
Hikayesini dinliyoruz. 20 yıl önce Kelkom'daydık diyor. Kelkom'un nereye bağlı olduğunu soruyoruz. Dicle, diyor.
Sosyolog rehberimiz köyün Türkçe adının Kelekçi olduğunu söylüyor. Kelekçi'nin Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) mahkum eden ilk köylerden biri olduğunu hatırlıyoruz.
Vavriye sadece üstleriyle köyü terk ettiklerini anlatıyor. Ayağa kalkıp iki battaniye eline alıp gösteriyor: "Bunları bize başkaları verdi".
Eşinin de Diyarbakır'a geldikten iki ay sonra kalp krizi geçirip bir süre sonra öldüğünü belirtiyor. Şimdi de oğlu akciğer kanseri. Yıllar sonra köydeki arazilerini oğlunun tedavisi için sattıklarını söylüyor Vavriye.
"Ama iyileşmedi" diyor. Ardından Zazaca ağıt yakıyor. Kendilerini bu hale getirenlere lanetler yağdırıyor. Çekim yapan gazetecilerin de gözleri doluyor.
Köyün zengininden şehrin fakirine
Elini divanın altına sokuyor. İki kiloluk bir yoğurt kabı çıkarıyor. İçinde iki parmak kalınlığında yoğurt ya var, ya yok. "Hayrına biri verdi, bitmesin diye her gün parmakla yiyorum" diyor ve ekliyor:
"Biz köyümüzün en zenginiydik, şehrin en fakiri olduk. Köyümüzde tarlamız, ağaçlarımız, ineklerimiz vardı. Burada perişan olduk, dilenmeye başladım, yıllarca dilenerek geçim sağladım. Ama iki yıldır çok hastayım. Onun için dilenemiyorum."
Bu arada dertlerini bize anlatmak için diğer oda-evlerde kalanlar kapıya geliyor ve bizi çekiştiriyor. Dinleyeni olunca mahallede dert anlatan çok. Sokaklar çocuk dolu.
Gözlerimizin önünde küçüğü büyük dövüyor, büyüğü de daha büyüğü.. Müdahale etmeye çalışıyoruz. Bu sefer büyüğü göstermelik bir şefkat gösteriyor. Ama çocukların acımasız bir ortamda büyüdüğünü gözlemliyoruz.
Hayvanlarla aynı kapta yemek
Birçok kişiyle konuştuktan sonra bu kez Toplu Konutlar'ın hemen yanı başındaki Gürdoğan Mahallesi'ne gidiyoruz.
Bizi muhtar karşılıyor. Bu kez daha çok gecekondulara benzer evlerin arasına dalıyoruz. Muhtar bizi elektrik tesisatının bile olmadığı Yakut Sokak'taki bir eve götürüyor. Kapı aralı, muhtar dalıyor içeriye, biz de arkasından. Aniden 35 yaşlarında biri dışarı fırlıyor.
Ürküyoruz. Muhtar "Burada üç deli kardeş yaşıyor" diyor. Sol taraftaki odada bir kedi, üç ördek ve bir insan. Yerde iki çanak, kedi ve ördekler üzerinde. Yanındaki yatakta bir insan. Aynı çanakta birlikte besleniyorlar. Su dökülmüş, pişmemiş soğan ve patates bir kapta.
Diğerlerinde ne olduğu belirsiz, kedi ve ördekler bitirmiş. Kalbimiz hızla çarpıyor, diğer odaya geçiyoruz. Onun da önünde bir iki çanak, yerde bir yatak. Yatağın üstünde biri oturmuş ve battaniyeyi kafasının üzerinden geçirmiş, yüzü kapalı. Kameraman arkadaşımız "Ben bu manzarayı çekemem" diyor ve hemen dışarı çıkıyor.
Muhtar "Mehmet başını aç" diyor. Battaniyeyi üzerinden aldığı gibi ayağa kalkıyor. "Rahatsız olma, rahatına bak" diyoruz ama, sözlerimizin anlamsızlığını fark ediyoruz. Bu arada az önce dışarı çıkan sakallı kişi yeniden içeri giriyor.
Muhtar adının Mahmut olduğunu söylüyor. Mahmut birkaç kez bize, "Heval, asker bırane (Arkadaş, asker kardeştir)" diyor. Zira Kürtler PKK'lilere "Heval" diyor. Muhtar, Mahmut'un gözaltında yoğun işkence görüp daha sonra aklını yitirdiğini anlatıyor.
Beş çocuk, üçü sakat
557. Sokak'taki bir oda eve daha giriyoruz. Burada da beş çocuk var, üç'ü sakat. Yerde bir sofra bezi, üzerinde irili ufaklı tandır ekmeği. Açık bir televizyon, yanan bir elektrik sobası, bir beşik. Beşikte masmavi gözlerle bize bakan bir bebe. Bebe sağlıklı görünüyor, annesi de "Bu sağlam" diyor.
Çocukların sabah ne yediğini soruyoruz. Çay diyor anneleri. Yanında peynir, zeytin falan diye soruyoruz. Yok, sadece çay ve ekmek...
Bu mahallelerde somun ekmek nedir bilinmez. Un bulan hamur yoğurup sokaktaki tandırda pişiriyor. Fatihpaşa ve Gürdoğan mahallelerinde açlığın tablosu böyle.
İnsanlığımızdan utanarak çıkıyoruz mahallelerden.(İU/EÜ)