Sinan ve Ayvaz Dere.
Biri hayatını insan hakları mücadelesine adamış bir avukat, diğeri işkenceci emekli bir general.
İkisinin ortaklaştığı konular, ayrı düştükleri yerler, arafta kalma halleri, zıtlıkları, itirazları, mizahları ve memleket halleri…
Bu bir kitap.
Anladığınız üzere Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in kitabı, “Arafta Düet”.
Kitabın kahramanları bence tıpkı iki yazarı gibi, arafta. Hatta okuru da öyle. En azından okurken size geçen his.
Bitirdiğinizde “arkası gelecek mi?” ya da aksine “bitti sonunda” dediğiniz, nihayetinde arada kaldığınız bir kitap.
Yazar Yiğit Bener ve avukatların ifadesi ile “üretilmiş deliller” ile yedi buçuk yıldır hapiste tutulan siyasetçi Selahattin Demirtaş’ın birlikte yazdığı “Arafta Düet”, okurla buluşur buluşmaz dikkat çekti.
Kitabın eş yazarlarından Yiğit Bener’le söyleşmek üzere zoom’da bir araya geldik.
Önce şu mesajı iletti:
“Başlamadan önce, Selahattin Demirtaş'ın da size ve tüm okurlarınıza selam ve sevgilerini iletiyorum. Kendisi de yanımızda olmak isterdi. Zaten iki kişi yazdığımıza göre benim söyleyişi tek başına yapmam anormal. Biliyorsunuz teknik sebeplerden ötürü ne yazık ki katılamıyor. Bulunduğu yer hem çok sıcak hem de internet çekmiyor. Ketıl da bu seferlik bozulmuş.”
Sonrasında söyleşi de kitabın sayfalarını çevirircesine su gibi aktı.
Yazar Bener, “Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden firarı edebiyatla oluyor” diyor.
Devam ediyor:
“Demek ki dostluk ve kardeşlik pekâlâ, hatta birbirini görmeden bile mümkünmüş. Selahattin'in söylediği gibi, “faşist olmamak yeter.”
Bener anlatıyor.
Öncelikle Selahattin Demirtaş ile birlikte bu kitabı yazma fikri nasıl oluştu?
Biz, Selahattin Demirtaş'la önceden tanışmıyorduk aslında. Ben ona zamanında oy vermiş, siyasi görüşlerine kendimi çok yakın hissetmiş biriyim. İnsan olarak da o mizacıyla, mizahıyla, zekasıyla benim gönlümü fethetmiş bir siyaset insanı benim için.
Hapse girmesi milyonlarca insan gibi beni de derinden etkiledi. O kadar değerli bir insanın hapiste olması hoş değil ve daha da sevimsiz olan belki bizlerin de hiçbir şey yapamıyor olmamız. Yani bu duruma itirazımızı dillendirmek için hiçbir kanala sahip olmayışımız benim çok canımı sıkıyordu.
“Ne yapalım, bizim ülkede bu işler böyledir, o bizim özgürlüğümüz için de mücadele etti ama bedelini tek başına ödesin” demek, benim içime hiç sinmedi.
O yüzden ne yapayım, nasıl dayanışmamı ileteyim diye düşünürken bir söyleşisinde edebiyata çok merak saldığını okudum.
Ona kitap yollamaya başladım. Yaklaşık beş yıl bu şekilde mektuplaşmalar oldu. Edebiyat üzerine sohbetler ediyorduk. Sonrasında geçen yıl Mayıs seçimlerindeki hayat kırıklığını da hep beraber yaşadıktan sonra, o yenilgi duygusunu yaşadık.
Bu arada Selahattin Demirtaş'in ilk kitabı çıktı “Seher”. Ben de büyük bir merakla aldım, okudum ve baktım ki, bu hapishanede bir siyasetçinin mesaj vermek için ya da bir hobi olarak yazılmış bir kitap da değil.
Gerçek bir edebiyat eseri. Hemen kitap hakkında bir yazı yazdım. Sonra Demirtaş'ın diğer kitapları çıktıkça onların hakkında da yazı yazdım. O da o yazıları görmüş, bana bir selam yolladı bir söyleşisinde.
Böylece de aramızda ayrı bir muhabbet, dostluk kuruldu. Demirtaş, bir başka söyleşisinde de “hapishane koşullarında edebiyat sayesinde hayata tutunduğunu” söylemişti. Ben de bunu, onun kitapları hakkında yazdığım yazılarda birkaç kez dile getirmiştim.
“Sadece bedeni cezaevinde”
Neydi bu üzerinde durduğunuz sürekli dile getirdiğiniz nokta?
“Selahattin'in edebiyat sayesinde hapishaneden firar ettiğini” söylemişimdir. Yani öyle bir düş gücü var ki, sadece bedenini içeride tutuyorlar.
Siyaseten konuşmaları ve diğer duruşu tavırları tamamen hapishane duvarlarını aşıyor. Edebiyatla firar ediyor. Ben de ona firarlığında eşlik etmeyi önerdim. Bir yandan da o kadar yoğun mesaisi var ki hapishanede, acaba gereksiz yere böler miyim diye korkuyordum.
Sonra derken, “biz seninle beraber bir roman yazsak mı” dedi.
Mutlu oldum ve çok onur duydum. Onun beni o kadar yakın hissetmesine, böyle bir öneriyi bana getirmesine…
Bülent Ortaçgil’in gibi bir şarkısı vardır, “Benimle oynar mısın?” diye. Dedim ki “sen benimle oynamak mı istiyorsun?” Seve seve oynarım. Ve öyle başladık yazmaya.
Yayınlamak hedefi ile mi yola çıktınız?
Hayır. Romanın hikayesi tamamen aramızda, iki edebiyatçı dostun bir ortak oyunu olarak ortaya çıktı. Başta yayınlamak gibi bir hedefte koymadık kendimize. Ne içerik, ne karakterleri konuştuk; ne de alkışı. Hiçbir şey konuşmadık.
Dedik ki biz bunu bir oyun olarak karşılıklı böyle hamleler, satranç hamleleri gibi yazalım.
Herkes kendi kısmında serbest olsun, birbirimizin içeriğine karışmayalım. Romanın gidişatı konusunda da hiç konuşmayalım, kendiliğinden olsun.
Bittiğinde içimize sinerse yayınlamayı düşünürüz dedik. Yani o anlamda da bir yayın projesiyle dahi çıkmadı bu roman ortaya. Tamamen iki edebiyatçı dostun ürünü diyebilirim.
Peki, tam da bunu soracaktım aslında. Yani siz yazıp ona gönderiyordunuz, o da kaldığı yerden mi devam ediyordu yoksa mesela karakteri yeniden mi yazıyordu?
Ayrıntılı olarak nasıl yazdığımızı çok açık anlatmak istemiyoruz. Biraz bizim iç mutfağımız. Bir de şu çünkü, işte o bölümü o yazdı, bu bölümü ben yazdım dersek, bir kısım okur, kimin neyi yazdığı üzerinden romanı değerlendirmeye ve yorum yapmaya kalkacak. Halbuki bu roman bir bütün.
Biz şunu söylüyoruz, bu romanın her bir satırı, her bir cümlesi, hatta her bir virgülünde bile ikimizin eşit derecede sorumluluğu var ve bu bir bütün. Belki belli bölümleri birimiz, öbürü de diğer bölümleri yazmıştır.
Ama şöyle de söyleyeyim, akış tamamen doğaçlama şekilde devam etti. Roman bittikten sonra da dönüp bir değişiklik yapmadık. Ancak bir iki böyle maddi hata üzerinden belki düzeltme yapmışızdır. Ama dönüp birbirimizin yazdıklarını da baştan değiştirmedik.
Kitabın sonunda devamı gelecek gibi bir his bıraktı… Öyle mi?
Başlangıçta belki devam ederiz diye de ucunu bu kadar açık bıraktık. Biraz kenara koyalım, biraz bir dinlendirelim, tekrar dönüp bakalım dedik. Ama tekrar okuyunca baktık, hayır bu roman burada tamamlandı, dedik.
Yani bu romanın edebi açıdan hakkı buraya kadardı. Biz kendimizi eğlendirmek için daha fazla yazabilirdik ama zorlama olurdu. Yani bu romanın hakkı buydu.
Yani “pusulunuz edebiyattı” diyebiliriz…Peki siz hiç Selahattin Bey'i gördünüz mü?
Yakın zamana kadar hiç görüşmedik. Roman sürecinde karşılaşmamız mümkün olmadı. Ancak roman yayınlandıktan sonra 6 Temmuz'da Edirne'de lansman yaptık. "Selahattin bize gelemiyor, biz ona gidelim" dedik.
Selahattin’e kitabını sembolik olarak avukatı aracılığıyla teslim ettik. Edebiyatçı dostlarımızla beraber gittik, çünkü Selahattin hem siyasi bir figür hem de bir edebiyatçı. Hep birlikte etkinlik düzenledik.
Yayınevinin sahibi Emir Ali Türkmen açılış konuşması yaptı, ben kitabı anlattım ve edebiyatçı dostlarımız farklı bakış açılarıyla katkıda bulundu.
Selahattin Demirtaş'ın avukatı benim de görüşmem için başvuru yaptı ve özel izinle ilk kez Selahattin Demirtaş'la görüşebildik.
Nasıldı ilk karşılaşma neler konuştunuz?
Gönül isterdi ki bu tür özel izinlere gerek olmadan, özgür günlerde özgürce görüşebilelim. O ayrı mesele.
Bu özel izin sayesinde bir buçuk saatlik kapalı görüşme inanılmazdı. Beş yıldır mektuplaşıp ortak roman yazmamıza rağmen, hiç yüz yüze gelmemiştik. Görüşmemiz çok hoş bir sohbet oldu; tıpkı yıllardır görüşmeyen iki dostun kaldıkları yerden devam etmesi gibi. Keşke tekrar edebilse. Umuyoruz ki yakında tekrar buluşup saatlerce konuşacağız. O günlerin artık gelmesi lazım.
İlham aldığınız karakterler oldu mu? Mesela isimler benim çok dikkatimi çekti. İşte Sinan Çağlayan var, Aysel var, Can Yücel var
Önceden hiçbir şeyi kararlaştırmadık. Hiçbir karakteri de kararlaştırmadık. Onlar biraz zamanın akışında kendiliğinden geldiler. İsimler de öyle. Can Yücel isim çok bilinçli bir hınzırlık olarak katılmış. Ama isimler de bir oyunun parçasıydı.
İkinizi buluşturan ortak duygu neydi belki okura da bulaştırdığınız diyeyim…
Romanın yazıldığı dönemde, Mayıs seçimlerinin ardından, toplumda yaygın olan yenilgi duygusu ortak bir temaydı.
İki ana karakter, Ayvaz Dere ve Sinan, birbirinden çok farklı kişiliklere ve siyasi görüşlere sahip olmalarına rağmen, bu yenilgi duygusunu paylaşıyorlar. Biri emekli bir general, diğeri ise eski solcu bir avukat olan bu iki karakterin ortak noktası, büyük değerlerin, ideallerin ve ütopyaların çöküşünden kaynaklanan yenilgi duygusudur.
Bu yenilgi, sadece siyasi değil, aynı zamanda toplumun paradan başka değer tanımayan bir hale gelmesiyle ilgili bir yenilgidir ve bu duruma karşı bir isyanı temsil eder.
Yenilgiyle birlikte bir umut yok mu peki? Değişime dair bir umut..
Umut gençlerde. Zaten romanın bir yerinde; Sinan'dan yanılmıyorsam duyuyoruz, “İkimiz gidiyoruz zamanı geçmiş, miadı dolmuş karakterleriz. Yeni aktörler var” diyor.
Selahattin için de, benim için de, bu sefer yazar ve birey olarak söylüyorum, gerçekten umudu ikimiz orada, gençlerde görüyoruz. Gençler hakikaten bu toplumu değiştirebilecek, dönüştürebilecek, bizi düze çıkarabilecekler olanlar. Oradan yana bir umudumuz var.
Bir yandan da hala daha eski düzen de devam ediyor. Çatırdıyor, çökmeye çok yakın, topluma her taraftan kokuşmuş, pis kokular geliyor. Toplum buna dayanamıyor, bir bölümü dışına kaçıyor, kimisi isyan ediyor.
Ama henüz yeni bir düzen oluşabilmiş değil. Bu bir süreç ve nereye evrileceği de çok belli değil. Riskler de var. Bir geçiş dönemindeyiz; bir Araf'tayız. Ama umut var tabii, umut olmasaydı zaten yazmaya gerek kalmazdı.
Peki kitaba ilgiyi nasıl buluyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası elimde sınırlı sayıda değerlendirme ölçütü var ama genel olarak tepkiler çok olumlu. Kitabın öyküsü büyük bir merak uyandırdı ve tanıtım kampanyası da çok başarılıydı. Genç arkadaşlarım harika bir tanıtım yaptılar.
Biri hapiste, diğeri dışarıda iki yazarın ortak çalışması olarak kitap büyük ilgi gördü ve yoğun olarak okunuyor, tartışılıyor. Edebiyat çevrelerinden ve edebiyatçı dostlarımdan ciddi destek gördük. Yaz mevsiminde olmamıza rağmen okurların ilgisi oldukça iyi. Sonbahara doğru imza etkinlikleri de yapmayı planlıyoruz ve ilginin daha da artacağını düşünüyorum.
Ülkenin her yerinde bir merak ve ilgi var, romanın içeriği tartışılıyor. Medyada birçok edebiyatçı dostumuz çok güzel yazılar yazdılar.
Bir roman hakkında bu kadar kısa sürede bu kadar çok edebiyatçının derinlemesine yazı yazması nadir görülen bir şey.
Edebiyatta yirmi beşinci yılımı doldurmak üzereyim ve bu kadar yoğun ilginin nadir görüldüğünü biliyorum.
Son yıllarda kitaplar sadece pazarlama aracı olarak görülüyordu, içerik ve edebiyat tartışılmıyordu. Ancak bu roman, edebiyatın hikayesi, yazarların kimliği, yazış biçimleri, motivasyonları ve romanın edebi ve felsefi içeriği ciddi şekilde tartışılıyor. Bu beni çok mutlu ediyor.
Evet, bence de kelimeler birbirlerini çoğaltacaklar diye hissediyorum, tıpkı sizin yaptığınız gibi. Sizin ruhunuzun da o kitaba yansıdığı çok belli, ikiniz arasındaki muhabbetin… Peki bilmiyorum nasıl haberleşiyordunuz, avukatlar mı getiriyordu yazıları ama o heyecan oluyor muydu, acaba ne yazmış, nasıl tamamlanacak?
O heyecan her daim var. Çünkü Selahattin de mizahı, ironiyi çok seven biri. Edebiyatına da damga vurmuş bir usul bu, benim de öyle. Dolayısıyla o mizah ortaklığı da bizim bu romanı bu kadar kolay yazmamızı sağladı.
Birbirimize küçük tuzaklarda kuruyorduk, çengeller atıyorduk, bakalım nasıl tepki verecek bu pası nasıl geri çevirecek, o merak çoktu.
Benim için farklı bir merak ve boyutu da vardı; sonuç olarak benim ortak yazarım hapiste. Ve hapishane koşullarında yazılıyor, evinde lay laylom yazmıyor. Dolayısıyla bir gecikme olduğu zaman ne yaşıyor orada, ne yapıyor, hangi koşullarda merak ediyordum.
Bir yandan davayla boğuşuyor, onun savunmasını hazırlıyordu. Bu sürecin çok sevimsiz tarafıydı. Ama onun ötesinde yazar olarak benim için heyecanlı, çok da zevkli bir süreç oldu.
Tartıştığınız konular oldu mu?
Selahattin Demirtaş önemli bir Kürt siyasetçisi. Ben ise bembeyaz bir Türk yazarı. Romanda Kürt meseleleri de işleniyor, ancak bu konuda aramızda hiçbir tartışma yaşanmadı. Çok doğal bir uyum sağladık.
Bunun temelinde, Selahattin'in bir söyleşisinde benim onun bütün kimliklerine saygı duyduğumu hissetmesi ve görmesi yatıyor. Beni hiçbir zaman egemenlerin temsilcisi olarak görmedi.
Aramızdaki iletişim omuz hizasından başladı ve göz hizasında devam etti. Romanda bu dostluk ve kardeşlik hissiyatını sağlayan en önemli faktör bu oldu. Siyasi geçmişimizin farklı olması, kimliklerimizin, yaşlarımızın farklı olması hiçbir şekilde ortak bir çalışma yapmamıza engel teşkil etmedi.
Kitapta sizin gibi ortak bir eser ortaya çıkarmış iki kişinin kitabına da değiniyorsunuz: “Huzursuz Ölüler” (sayfa 99) Bunu özellikle mi tercih ettiniz?
Evet, Subcomandante Marcos ve Paco Ignacio Taibo II'nin "pinpon topu tekniği" ile birlikte yazdıkları polisiye romanına atıfta bulunuyoruz. İkisi biraz bizimkine benzer bir teknikle, “pinpon topu tekniği” diyorlar, bir ortak polisiye roman yazmışlar.
Bizim kitabımız söylendiği gibi bir siyasi kimlik ve bir edebiyatçının ortaklaşa romanlarının ilk örneği değil.
Oradaki ilk şu, daha önce hiç tanışmamış, iki kişinin hiç görüşmeden ortaklaşması. Biri hapiste üstelik. Biri hapiste olduğu için görüşmemiş iki yazarın kitabı olması açısından bir ilk.
O zaman son sorumuz, okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Okurlardan şunu rica edebilirim. İki yazarlı bir roman olmakla birlikte hakikaten kim hangi bölümü yazmış, gözü ile bakmamalarını tavsiye ederim. Bütün olarak görmek daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır romanın.
Bir de şunu düşünsünler, pekâlâ demek ki aralarında 20 yaş fark da olsa, biri Kürt, biri Türk de olsa, biri daha siyasi kimliğiyle öne çıkan, diğeri daha edebiyatla ilgilenen biri de olsa, biri hapiste, diğeri dışarıda olsa da, iki insan pekala dost olabiliyorlar. Çok benzer şeyler düşünebiliyorlar, çok benzer duygularda buluşabiliyorlar.
Demek ki dostluk ve kardeşlik pekâlâ, hatta birbirini görmeden bile mümkünmüş. Selahattin'in söylediği gibi, “faşist olmamak yeter.”
İnsanlar birbirlerine daha çok önyargılarla yaklaştıkları için, birtakım yapay düşmanlıklar üretilerek, birtakım etiketler yapıştırılarak yaklaştıkları için düşman oluyorlar çoğu zaman. Ama romanda işkenceci bir generalle, insan hakları savunucusu, emeklidir, solcu, avukat bir şekilde konuşabiliyorlarsa birbirlerini öldürmeden herkes herkesle konuşabilmelidir.
(EMK)