Çapkın mürebbiye, konaktaki herkesi baştan çıkarır. Bunu göre Fransız İşgal Kuvvetleri Generali Pronşe, filmdeki bir Fransız kızının düşük ahlaklı oluşunu kabullenemiyor ve filmin Anadolu'da gösterimini yasaklıyor. Böylelikle Türk Sineması'ndaki ilk sansür olayı gerçekleşiyor.
Sansür Kurulu'nun başlangıcı
7 Şubat 1923'de İzmir İktisat Kongresi toplandı. Kongrede bazı üyeler, ahlaka aykırı filmlere sansürün uygulanması gerektiğini belirttiler. 1932 yılına kadar merkezi bir sansür kurulu kurulmadı ama film gösterime girmeden önce mahalli polis tarafından izlenir ve filmin uygun görülmeyen yerlerini kesebilir sonra gösterimine izin verilirdi.
1932 yılında ilk merkezi sansür kurulu kuruldu. Valilerde olan yetki, İçişleri'ne bağlandı. İlk kurul, Genel Kurmay, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşuyordu. 1934 yılında çıkan Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'nun bir maddesi, film senaryolarına ve film çekimlerine müdahale hakkı tanıdı.
1939 yılında çıkan bir tüzükle de sansür, son katı halini aldı. Herhangi bir dinin veya devletin siyasi propagandasını yapan, ideolojik propaganda yapan, suça teşvik eden, genel ahlaka aykırı ve askerliği kötüleyen filmler yasaklandı.
"Vurun Kahpeye"
Tek partili dönemin tiyatro kökenli sinema anlayışı terk edildi. "Yeşilçam" olarak anılan sinemacılar kuşağının ortaya çıkması, çok partili dönemle başlar. 1949 yılında Ömer Lütfi Akad'ın "Vurun Kahpeye" adlı filmin, savaş sonrası ve çok partili döneme geçişin sembol filmlerinden biridir.
Film, bir iftira sonrası yobazlar tarafından linç edilen Aliye Öğretmen'in hikayesini anlatır. Film, tutucu çevrelerin tepkisini çekti. Önce Sansür Heyeti'nin büyük beğenisini kazanan film, daha sonra bazı baskılar sonucu gösterimden kaldırıldı. Film tam 3 kez sansüre girerek gösterimine daha sonra devam etti.
Sansür bürokrasisi
O dönemlerde film çekmek büyük bir bürokrasiyi aşmayı gerektiriyordu. Yapımcı, çekeceği filmin senaryosunu, semtin mülki amirine bir dilekçe ile sunar, senaryo incelenmek üzere İçişleri Bakanlığı'na gönderilir, Bakanlık gerekli incelemeyi ve işlemleri yaptıktan sonra Film Kontrol Komisyonu'na verir, komisyon senaryoyu inceler, değişiklik önerileriyle birlikte yani kesilip biçilerek senaryo yönetmene geri verilirdi.
Bu öneriler doğrultusunda yönetmen, filmi yanındaki memur nezaretinde çekiyor, çekilen filmler tekrar komisyon tarafından inceleniyordu.
Savaş sonrası
Savaş sonrası ülkeyi yabancı ideolojilerden koruma isteği, Sansür Kurulu'nu aşırı duyarlı yapmıştı. Atıf Yılmaz'ın 1953'te İtalya'da çektiği "Hıçkırık" filmi bu nedenle 'kuşa' çevrilmişti. Gerekçe, filmin geçtiği garı Mussolini'nin yaptırmış olması ve filmde Mussolini heykellerinin görünmesiydi.
Yönetmen Osman F. Seden de 1954'te çektiği "Kardeş Dursun" filmi için sansürle epey uğraşan yönetmenlerden biridir. Bu filmin bir sahnesinde, Karadeniz'den boğaz girişi göründüğü gerekçesiyle çıkarılması istenir. Gerekçe ise düşman gemilerinin boğaz girişini net bir şekilde görmüş olmalarıdır. Ayrıca plajda güneşlenen sevgililerin olduğu sahnede, düşmanın çıkarma yapabileceği uygun kumsal imajı verildiği gerekçesiyle çıkarılması uygun görünmüştür.
Yazarlara sansür
Sansür Kurulu, birçok yazara da yasak uyguluyordu. "Bataklı Damın Kızı Aysel" filminin senaristi Nazım Hikmet'ti. Ama filmde Hasan Cemil'in ismi geçiyordu. Çünkü mimli yazarların isimleri rahatlıkla kullanılmazdı. Nazım Hikmet'i Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Vedat Türkali gibi edebiyat ustaları izledi.
Yaşar Kemal'ın "Bu Vatanın Çocukları" filminde, Yılmaz Güney de ilk kez yer almıştı. (1965) Senaristin adı Yaşar Kemal yerine izin alınabilsin diye sansür polisinin adı yazılmıştı. Ancak film, Antalya'da en iyi senaryo ödülü alınca, ödül, Yaşar Kemal'in gözü önünde sansür polisine verildi.
Siyasilerin sansür keyfi
1960'ta Ordu, yönetime el koydu. Yeni meclis çalışmaları sırasında Bülent Ecevit, sinemadan sansürün kaldırılması için teklif verdi. Ancak bırakın Meclis'ten destek bulmayı, sinema dünyasından da hiçbir destek bulamadı. Bülent Ecevit, daha sonra bu teklifin zamansız olduğu fikrine vardı.
Politik iktidar için sinema ürkütücü bir şeydi. Halkı sinemadan uzak tutmak için politikalar geliştirilmeliydi. "Mahallenin Sevgilisi" (Memduh Ün) filminde, filmdeki dozer sahnesi, halkın üzerinde vahşet etkisi yaratır diye ve devlet malı dozerin özel biri tarafından özel amaçla kullanılamayacağı gerekçesiyle yasaklanmıştı. Ama asıl nedenler başkaydı tabii.
1960 yılında Orhan Kemal'in "Suçlu" filmi ise en çok kesilmiş filmlerden birisiydi. Film, tam 28 yerden kesildi. 1962 yılındaki Metin Erksan'ın çektiği "Yılanların Öcü" filmi de sansürün hışmına uğrayan filmlerden biriydi. Fakir Baykurt'un bu romanı, Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanmış ve Yunus Nadi Ödülü kazanmıştı. Ama film haline gelince yasaklandı.
Ordu ve sansür
"Şafak Bekçileri" filmi 1962 yılında içindeki uçak düşme sahneleri yüzünden yasaklandı. Gerekçe, "gençleri askerlikten soğutabilir"di. Ayrıca pilot rolündeki Göksel Arsoy üzerinde üniforma varken sevgilisini öpüyordu. Ancak Sansür Kurulu'nun kararına karşın, Hava Kuvvetleri Komutanı filmi izleyerek kesintisiz oynatma izni verdi.
Sansüre karşı ilk teklif
1963'te TİP (Türkiye İşçi Partisi), sansürün Anayasa'ya aykırı olduğu gerekçesiyle, Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Özgürlüklerin yasayla saptanması gerektiğini ama uygulamada nizamnamelerle yürütüldüğünü ileri süren TİP, sansürün de bu bağlamda sanat özgürlüğüne aykırı olduğunu savundu.
Eğer sinema eseri vasıtasıyla suç işlenirse bunu, yargı karara bağlar mantığı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvuran TİP, aslında bir bakıma Anayasa Mahkemesi'nin daha ilk yıllarında kamu adına tarihi bir fırsat vermişti. Ancak mahkeme, başvuruyu reddetti ve tarihi fırsatta böylece kaçmış oldu. Aynı yıllarda Suphi Baykam da bir kanun teklifi hazırlayarak konuyu Meclis'e getirdi. Ancak teklif, bir sonuca ulaşmadı.
Sansürden kaçırılan film
Metin Erksan, 1963'te, Necati Cumalı'nın "Susuz Yaz" adlı romanını sinemaya uyarladı. Film, Sansür Kurulu'nun festivale katılmasına izin vermemesine karşın, Berlin'e gitti ve Altın Ayı Ödülü'nü kazandı.
İlk kararda, yurtdışına gitme hakkı bulunan film, festivale katılma izni isteyince, kurul tekrar toplanıp "Türkiye'yi kötü gösterdiği" gerekçesiyle, filmin festivale katılımını yasakladı. Film, buna rağmen kaçak yollardan Berlin'e ulaştı ve en büyük ödül olan Altın Ayı'yı aldı. Ödülü alıp yurda dönen ekibe Kültür Bakanlığı, sanki kendisi yasaklamamış gibi bir kutlama kokteyli verdi. Kokteyl ile yetinmeyip Erol Taş'ı, Metin Erksan'ı ve Hülya Koçyiğit'i de ödüllendirdi.
İlk erotik görüntü
Aynı yıllarda "Gurbet Kuşları" adlı filmde Sevda Ferdağ'ın göğsü tesadüfen açılıyor ve filmin inanılmaz iş yapmasına neden oluyordu. O tarihe kadar, gerek dünya, gerekse Türk Sineması'nda kadın göğsü hiç görünmemişti. İşin garip tarafı ideolojik ya da ahlaki olarak oldukça katı olan Sansür Kurulu, bu sahne için onay verebilmişti.
Danıştay'ın yasakladığı ilk film
1966 yılında, bir filme karşı çok sert bir tavır alındı. Bu film, Fransa'da film eğitimi almış Alp Zeki Heper'in "Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri" adlı filmiydi. Film, müstehcen bulunarak Danıştay'ca yasaklandı. Filmin yönetmeni, bir gazete röportajında "Aşk hiçbir zaman müstehcen olmamıştır. Aşka karşı tutumdur müstehcen olan" dedi.
Yargıtay'ın "akladığı" ilk film
1992 yılında gösterime çıkan "Temel İçgüdü" adlı film, Cumhuriyet tarihinde Yargıtay'ca aklanan ilk film olma özelliğini taşır. Joe Esterhas'ın senaryosunu yazdığı, Paul Verhoeven'in yönettiği ve dünyanın bu filmle starlaştığını söylediği Sharon Stone ile Michael Douglas'ın başrollerini paylaştığı film, dünyada hasılat rekorları kırdığı bir sırada, ülkemizde de gösterime girdi.
Filmin 5. haftasında, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı'nın filmdeki tahrik edici seslerden rahatsız olması üzerine, kopyaların toplatılmasına karar verildi. Ancak Kültür Bakanlığı'nın izin verdiği filme, Adalet Bakanlığı "hayır" diyordu.
Bu hukuksal açıdan tam bir skandaldı. Çünkü yürütme ve yasama organları, birbirlerinin içişlerine müdahale etmişlerdi. Kamuoyu konuyu yakından izledi. Medya, 5 ay boyunca gündeminden düşürmedi ve film Yargıtay'ca, yasal prosedüre uygundur gerekçesiyle tekrar sinemalarda yerini aldı.
68 kuşağı filmleri
68'lerde toplumda hızlı bir politikleşme başladı. Yılmaz Güney'in "Umut" filmi böyle bir politikleşmenin içinden doğdu. Atının, araba çarpması sonucu ölmesi ve geçimini bu ata bağlamış olan, meçhul bir definenin peşinden koşan faytoncunun öyküsü anlatılmaktadır.
Film, faytoncunun giyimi ve kuşamının, fakirliğin bir sembolü olarak ele alınmasını, zengin otomobil sahibi hakkında takibat yapılamayacağı kanaati verilmesini, faytoncunun iş ararken zengin-fakir ayrımı yapılmasını, Cabbar'ın (Yılmaz Güney) Amerikalı zenciyi soymasını, sabah namazının güneş doğarken kılınmasını sakıncalı bularak, sansür kurulunca yasaklanmıştı. Film, 1971 yılında Danıştay kararıyla şartlı oynatılarak büyük ilgi gördü.
Seks filmleri
12 Mart 1971'de Ordu, yönetime tekrar el koydu. 1971 yılında Kültür Bakanı Talat Sait Halman, bir komisyon kurdu. Üyeler, sansürün kaldırılmasını tartışırken, Genelkurmay'da başka bir tüzük hazırlanıyordu.
1972 yılında Adana Altın Koza Film Festivali'nde Yılmaz Güney'in "Baba" filmi birinci seçildi. Ama Yılmaz Güney'in politik tutumundan rahatsız olan çevreler, juriye baskı yapıp sonucun değişmesine neden oldular. Verilen ödül geri alındı.
Bu dönemde reddedilen filmlerden biri de Tunç Okan'ın "Otobüs" filmiydi. Gerekçe, Türkleri küçük düşürmesi ve aptal göstermesi, ayakta işeyen işçilerin ellerini yıkamadan sofraya oturmasının örf ve adetlere aykırı bulunması, sofrada bayat ekmek ve soğan bulunmasının Türklerin kötü beslendiği izlenimi verdiği, şoförün dönülmez levhasına rağmen dönmesi vesilesiyle Türklerin trafik kurallarına uymaması, plastik sosisleri kemirmesinin küçültücü bulunmasıydı.
Bu dönemde en çarpıcı şey ise filme Yaşar Kemal ve Aziz Nesin'in karşı çıkmasıydı. 1974'lerdeki sokak çatışmaları, ailelerin sinemadan uzaklaşmasına neden olmuştu. Bu dönemde yeni bir sinema izleyicisi oluştu. Artık sinemalarda seks filmleri oynamaya başlamıştı. İtalyan seks-komedi tarzından etkilenen yerli sinema, zaman geçirmeden aynı yönteme başvurmuştu.
Bu dönemin ilk filmi "Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak" adlı filmdir. Sansürün yasaklama korkusuna karşın erotik sahneler, sinemada vizyon öncesinde kopyaya eklenirdi. Zerrin Doğan, ilk porno yıldızı ünvanı alan star olmuştur.
Milliyetçiler ve Sansür
1975 yılında işbaşına geçen Milliyetçi Cephe döneminde sansür ağırlaştı. Fiilen değilse de fikren iktidar partisine yakın olan Sansür Kurulu üyeleri, kendi ahlak ve fikirleri doğrultusunda ya filmleri yasaklamış ya da koşulsuz serbest bırakmışlardır.
70'li yıllarda yaygınlaşan arabesk müzik, sağ ve solun yapamadığını yapıyor, kitleleri etkiliyor, şarkıcıları ilahlaştırıyordu. Bu dönemde arabeskin kralı Orhan Gencebay, ilk kez politik bir mücadele içinde gösterildi. Bu filmin adı "Derdim Dünyadan Büyük" idi.
Film, daha sonra yasaklandı ve video kasetleri toplatıldı. Filmin yönetmeni Şerif Gören'di. Aynı dönemde Yıldız Kenter'in oynadığı bir filmde rolü gereği tecavüze uğrama sahnesi, "devlet sanatçısı tecavüze uğrayamaz" gerekçesiyle çıkartıldı.
1979 yılında Korhan Yurtsever'in çektiği "Kara Kafa" adlı film, yönetmenin ülkeyi terk etmesine neden oldu. Filmin yurtdışına çıkışı yasaklanınca, gösteriminin yapıldığı Kent Sineması'ndan kopyayı alan yönetmen, ertesi gün filmle birlikte soluğu Berlin'de aldı.
Yine aynı tarihlerde iktidarın tutumu yüzünden Yaşar Kemal'in "İnce Memed" adlı romanı ülkemizde çekilemedi. Peter Ustinov'un yöneteceği filmi, Sansür Kurulu reddetti. Konu, Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı'yı rahatsız etmiş ve konunun tekrar görüşülmesi için büyük çaba harcamıştı.
Reddin asıl nedeni ise Genelkurmay 2. Başkanı Haydar Saltuk'un konunun daha önce görüşüldüğü, karara bağlandığı ve tekrar görüşülemeyeceği resmi yazısı idi.
1979 yılında Ömer Kavur'un "Yusuf İle Kenan", Yavuz Fada'nın "Yolcular", Yavuz Özkan'ın "Demiryol" adlı filmleri sansürlenmemiş oldukları gerekçesiyle Altın Portakal Film Festivali'ne alınmadılar. Juri, durumu protesto etti ve festival iptal edildi. O dönemde iktidar, kısa da olsa Sosyal Demokrat'tı.
12 Eylül Darbesi Sonrası
1980'de Ordu, bir kez daha yönetime el koydu. 1982 Anayasası'nın 26. Maddesi'nde sansür, anayasaya girdi. 1980 sonrasının en önemli filmlerinden biri, senaryosunu Yılmaz Güney'in yazdığı "Yol" filmiydi. Yılmaz Güney'in hapisten kaçması ve filmin 1982 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü alması, dikkatlerin filme çevrilmesine yol açtı.
Ellerinde, Yılmaz Güney filmi bulunanların teslim etmesi için çağrı yapıldı. 104 filmin negatifi toplatılarak imha edildi. Kitapları ve posterleri de toplatıldı, hatta adından söz edilmesi de yasaklandı.
12 Eylül Yönetimi, eski filmleri de suç kapsamına aldı. Ali Özgentürk'ü 1974 yılında çektiği "Yasak" adlı kısa filmden dolayı tutukladı. Bu dönemde en ilginç süreç "Mine" filmiyle Atıf Yılmaz'ın yaşadığıydı. Bir istasyon şefinin Mine adlı karısı ile kasabaya gelen bir adamın arasındaki aşkın anlatıldığı film, gerçek hayatta filmde adı geçen istasyonun şefini rahatsız etti ve filmi yasaklatmak için mahkemeye başvurdu.
Film oynarken bir kez daha denetlendi ve bir sakınca görülmediğinden denetimden geçti. Metin Erksan'ın 1962 yılında çektiği "Yılanların Öcü" filmi, 23 yıl sonra Şerif Gören tarafından tekrar çekildi ancak aynı gerekçelerle sansürden geçmedi. Toplum 23 yıl ileriye gitse de yasaklamaların mantığı yerinde sayıyordu.
1980 sonrasının en önemli sansür vakalarından biri de "Yorgun Savaşçı" filminin yakılmasıdır. TRT deneticisi de dizi hakkında bazı sakıncalı noktalar bulunduğunu raporu edince, filmin yakılması kararı alındı. Bir kopyası MİT'te saklanarak diğer negatifleri yakıldı.
Atıf Yılmaz'ın "Değirmen", Halit Refiğ'in "Teyzem" filmleri de sansürden nasibini almış filmlerdir. 1986 yılında çıkarılan bir yasayla, film denetimi İçişleri Bakanlığı'ndan alınıp Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredildi. Ayrıca ön denetim zorunluluğu kaldırıldı. Yeni yasanın denetimi yerel yönetimlere bırakması daha vahim sonuçlar doğurdu. "Su da Yanar" filmi, 50'ye yakın ilin valisi tarafından yasaklandı.
Ve Sonuç
1990 yıllarında özel televizyonların yayına başlamasıyla birlikte, toplumsal yaşam biçimi de değişmeye başladı. Konuşulmayanlar konuşulmaya, gösterilmeyenler izlenmeye başladı. 1980'li yıllarda adı bile konuşulmayan "Gece Yarısı Ekspresi" filmi defalarca gösterilir olmuş, "Karartma Geceleri" gibi işkence sahneleri ile dolu filmler, bakanlık talimatıyla da olsa festivale katılmış, İslamcı sinema diye de bir tarz oluşmuştu.
"Minyeli Abdullah" bunun ilk örneğiydi. Ama " Mem-u Zin" diye de bir Kürt masalı anlatan film de yapıldı. Sanat ürünlerine sansür uygulanması, sanatın özüne ters düşer. 8 yıl boyunca beyhude bir iş yaptığını itiraf eden komisyon üyesi Feriha Şahenk, "görevimdi yaptım ama şakadandı" diyerek dramatik bir olayı, mizahi bir dille özetlemektedir.(NK/BB)