“Nebula” ya da uluslararası festivallerde bilinen ismiyle “Dead Horse Nebula”, 71. Locarno Film Festivali, Cineasti del Presente seçkisinde gösterilen ve Tarık Aktaş’a En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran bir ilk uzun metraj filmi.
Aktaş, İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman anısına verilen En İyi İlk Film ödülünün ardından Ankara Film Festivali’nde Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film ödülünün de sahibi oldu.
Doğa ve insanın birbiriyle ilişkisini anlatan filmde imgelerin pastoral görüntülerle gerçeklik kazandırılması Nebula’yı güçlü ve bütünlüklü kılan unsurlar arasında yer alıyor.
Tarık Aktaş ile 26 Nisan’da vizyona giren ödüllü filmi Nebula’yı ve dahasını konuştuk.
Aklınızda aslında bir uzun metraj film çekmek olmadığını okudum. Nebula’yı çekmeye nasıl karar verdiniz?
Aslında lisans döneminde oldukça üretken bir öğrenciydim. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde lisans yaparken bir taraftan kısmi zamanlı olarak kurumda çalışmaya başladım.
Böylece yoğun bir çalışma sürecine girdim. Dolayısıyla o süreçte üretimden bahsedebileceğim bir durum olmadı. Fakat oradaki çalışma atmosferi benim için oldukça öğreticiydi. Sinemanın teknolojiyi içeren bilimsel tarafını hep o dönem öğrendim. Sonra farklı bir kurumda ders vermem teklif edilince kabul ettim. Oradaki düzenimi belirledikten sonra yeniden bir şeyler okumaya başladım. Daha fazla kendime döndüğüm bir dönemdi. Gelişim romanları o dönem okuduklarım arasındaydı. Bu türün kendisini araştırmaya başladım. Yabancı akademik yayınlar araştırdım, okudum. Bu araştırmalar beni Ibn Tufeyl”in “Hayy Bin Yakzan’ına götürdü. Bu kitabı okuduktan sonra orada anlatılan mevzuya tekrar tekrar çalıştım. Notlar aldım. Bu notları alma sürecim bir şekilde beni bu filmi çekme aşamasına getirdi.
At özellikli bir tercihiniz miydi? Düşündüğünüz bir canlı oldu mu?
Bu bahsettiğim süreçte şiir de çok fazla okudum. Charles Baudelaire’in “Bir Leş’ isimli bir şiiri vardır. Ayaklarını göğe doğru dikip yatan bir atın güzellemesini yapar orada. Bir bu şiirdeki atın o hâlinden bir de ressam Otto Dix’in 1. Dünya Savaşı’ndaki dehşeti anlatan resimlerinde de gördüğüm ters dönmüş bir at imgesi vardı. Tam burada atı hangi estetik kararlarla kullanmaya karar vermeliyim diye düşündüm. Dix gibi o hayatın o korkunç hâli, çirkinliği üzerinden mi ata yaklaşacağım yoksa Baudelaire’in tercih ettiği gibi yaşamın kendisine ait bir güzelleme olarak mı bu leşin kendisine yaklaşacağım. İşte böylece at imgesinde epey yol aldım.
Otto Dix demişken Paul Cezanne sanatının Nebula’daki etkisinden de bahsedersek…
Estetikle ilgili kararlar alırken araştırdığım isimlerden biri de Cezanne idi. Özellikle doğaya sanat aracılığıyla nasıl yaklaşılması gerektiğini ve bunu yaparken de hem insanın kendi duyularından daha çok hangisini ön plana çıkarması ve bu durumun esere nasıl aktarılması gerektiğiyle ilgili resim özelinde birçok şey okumaya teşvik etti. Tüm bu bahsettiğim estetik teorisini sinemaya nasıl yansıtabilirim diye çok kafa yordum.
Ne kadar zamanda bu filmi çekebildiniz?
Üç buçuk hafta sürdü. Şimdi şöyle; ne çekersem çekeyim, kısa film de olabilir bu, hep storyboard çizerim. Bu filmdeki bütün kareleri de daha önceden çizdim. Bu durumun da bu üç buçuk haftalık sürece katkısı olduğunu düşünüyorum.
“Nebula” sizin ilk uzun metraj film deneyiminiz. Bu sürece şöyle bir baktığınızda sizce set atmosferi nasıldı?
Settekiler direkt benimle memnun olduklarını paylaştılar. Filmde olağanüstü zorlukları olan çekimler vardı. Mesela sahil sahnesi gibi. 100 kişinin filan organize edilip tek planda çekilmiş olduğu bir sahneydi bu. Buna benzer sahnelerin çekimi için aslında küçük bir ekiptik. 20-25 kişilik bir ekiptik. Buna rağmen herkes birbirine çok yardımcı oldu. Görevleri olmadığı hâlde arkadaşlar farklı işleri halletmeye çalıştılar. İlk haftanın hemen sonunda güzel bir arkadaşlık ilişkisiyle özverili bir çalışmaya dönüştü her şey. Güzel bir set atmosferi vardı.
Oyunculuklardan bahsedelim… Dilara Topuklular dışındaki insanların oyunculuk deneyimi yok bildiğim kadarıyla. Kendileriyle çalışmak nasıl bir deneyimdi?
Kısa filmlerimde de oyuncu olmayan insanlarla çalışmıştım. Ve az önce bahsettiğim storyboard da sabit bir kare sonuçta, fakat orada bir devinim olacak ya, ben o devinimi hayal ediyorum ve o devinimi oyunculardan nasıl alabilirim diye düşünüyorum. Hiçbiri senaryoyu okumadı. Sete geldiklerinde, Bugün ne yapıyoruz, diye bana soruyorlardı, ben de anlatıyordum kendilerine. Onlar da sadece kendilerinden beklenen o fiziksel etkinliğe odaklanabiliyorlardı böylece ki ben de zaten onlardan bunu bekliyordum. O an bir film çekildiğini düşünmeyip o doğallıklarını yansıtabilsinler istedim. İşe de yaradı.
İlk uzun metraj filminizde birbirinden farklı imgelerle güçlü bölümler yaratmaya çalıştınız ki başardınız da. Öncelikle akla gelen Locarno Film Festivali, ardından İstanbul ve Ankara Film Festivali’inde ödüller aldınız. Uğur Vardan’ın film hakkında kaleme aldığı yazıdaki “farklı” nitelemesine ben de katılıyorum. Peki, bu farklılığı yaratmaya çalışırken risk aldığınızı düşündünüz mü? Öyleyse bu “Risk aldım” düşüncesi ruhsal ve zihinsel atmosferinizde fazla yer kapladı mı?
Bu bana hep söylenen bir şeydi. Risk olacak, zor olacak, dendi hep. Festivaller için de yine aynı şeyler söylendi. Ben gönlümden geçen filmi yaptım. Nebula, benim çekmek istediğim filmdi. Bunu becerebildim. Benim için eğlenceli tarafıysa bu filmi istediğim gibi çekebilmek oldu. Bu benim için bir özgürlüktü. Dolayısıyla bu bahsedilen risk benim için küçük bir şeye dönüştü. Hikâyesini çok iyi yazmışsın ama senaryoda zor olmayacak mı? Tamam senaryo güzel ama para nasıl bulabileceksin, gibi sorularla filmin anlaşılamayabilir durumuna işaret etmeye çalıştılar. Ama baktım ki iş somutlaştıkça riskler azalıyor ve çekebiliyoruz.
Bu filmi çekebileceğinize sizi en çok ikna eden neydi ya da kimdi?
En somut neden Güneş Şekeroğlu’nun filmin yapımcısı olmayı kabul etmesiydi. Kendisi bunu kabul etmeseydi bir başka yapımcıyla bu filmi çekmek ister miydim, cevabı kestiremiyorum açıkçası. Bana verdiği güven çok önemli benim için.
Tüm bu film sürecinde sizi şaşırtan bir şey oldu mu?
Nebula’nın, Los Angeles’ta düzenlenen 32. AFI Fest’te yer almasını beklemiyorduk. Oraya gidip gördük ki dünya sinemasını Hollywood’un göbeğine getiren bir festivalmiş. Bu şaşırttı diyebilirim.
Nebula ile ilk ödülünüzü Locarno Film Festivali’nden aldınız. Bu ödülü İstanbul Film Festivali ve Ankara Film Festivali ödülleriniz izledi. Heykeltraş Kuzgun Acar’ın, Ulusal olarak kabul edilebilmeniz için önce uluslararası bir başarıya imza atmanız gerekir, dediğini okumuştum. Tam da bu durumda siz ne söylersiniz?
Aslında bu bahsettiğinizi düşünmedik değil. Bahsettiğinizi çok iyi anlıyorum. Hatta kısa filmlerimle bu durumu deneyimledim diyebilirim. Kısa filmimle başvurduğum bir festivalden ret aldık, sonra yurtdışında iyi bir deneysel film festivalinde gösterildikten sonra reddedildiğimiz festival tarafından davet edildik. Benden çok daha deneyimli birçok örnek de var aslında.
Nebula’nın Nuri Bilge Ceylan sinemasını andırdığına dair söylenenler için ne düşünüyorsunuz?
Dünya sinemasında takip ettiğim birkaç yönetmen var ve Nuri Bilge Ceylan da bu yönetmenlerden biri. Nuri Bilge Ceylan filmlerini çok severek izlerim. Nebula’nın
teknik tarafını ele aldığımızda, işte kurgusundan tutun da görüntüsüne kadar öyle bir benzerlik görmüyorum. İnsanların coğrafi benzerlikten dolayı o tür yorumlar yaptığını düşünüyorum.
Tarık Aktaş hakkında
Fotoğraf-video alanında tamamladığı lisans öğrenimi boyunca çeşitli kısa filmler ve video-art çalışmaları gerçekleştirdi. 2012 yılından başlayarak çeşitli üniversitelerde, film yapımı ve senaryo alanlarında ders vermenin yanı sıra çeşitli medya projelerinde danışman olarak görev alıyor.
Son olarak hazırlamakta olduğu Supersensible isimli multimedya sergisi için çektiği Basiret adlı video çalışmasını tamamladı.
71. Locarno Film Festivali, Cineasti del Presente seçkisinde gösterilen ve En İyi Yeni Yönetmen ödülünü alan Dead Horse Nebula, ilk uzun metraj filmi. (AÖİ/AS)