Oysa hepimiz biliriz ve tecrübe ederiz ki, eşitlik, yalnızca soyut olarak ya da hukuksal kurallar çerçevesinde yaşama geçen bir değer değildir: Eşitlik somut olarak yaşanır ya da yaşanmaz!
İşte bu somutluk arayışının peşinden gittiğimizde, insanların nerelerde ve nasıl yaşadıkları sorusuna varıyoruz! Çünkü, yurttaşlar yalnızca hukukun konusu değildir, nüfus sayımlarında birer rakam değildir, istatistiki veriler değildir:
Yurttaşlar yaşarlar! Ve bir "yer"de yaşarlar! Nerelerde nasıl yaşadıkları da uzun, zorlu, bazen de kanlı mücadelelerle elde ettikleri haklarını hakkıyla kullanıp kullanamadıklarını belirleyici bir güce sahiptir!
Bugün artık kadınlar eşit yurttaşlar: Siyasi, ekonomik, yasal, toplumsal, kültürel haklarını kullanmalarının önünde görünür bir engel yok. Peki ama, nasıl oluyor da Türkiye'de kadınların işgücüne katılım oranı yalnızca yüzde 17, temsil oranları TBMM'de yüzde 4,3, yerel yönetimlerde yüzde 1,3? Nasıl oluyor da kadınlar Türkiye'deki taşınmaz malların ancak yüzde 9'una sahip? Dört kız çocuğundan biri neden okul çağında olup da okula gidemiyor?..
İstatistiklerden örnekler artırılabilir. Ama şimdi daha "dar" bir alandan yüzdeler vermek istiyorum - çünkü bu genel durumla, yerel durumun / durumların birbiriyle çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bundan 4 yıl önce, doktora tezim için Türkiye'nin başkenti Ankara'da yürüttüğüm bir araştırmanın sonuçları bu veriler...
Okuyamıyor, evden çıkamıyor...
Ankara'da yaşayan kadınların;
.Yüzde 9'u okur-yazar değil!
. Yüzde 100'e yaklaşan oranı ev temizliği, çocukların bakımı, çamaşır, bulaşık gibi işlerden sorumlu!
. Evin gündelik alışverişini yapanlar yüzde 70 oranında kadınlar!
. Gelir getirici işi olan kadınların %14'ünün çalışma mekanı ev!
.Gelir getirici bir işi olsun isteyen kadınların yüzde 26'sı çocuklarının bakımsız kalacağı endişesiyle, yüzde 30'u ailesindeki bir erkek izin vermediği için bu isteğini gerçekleştiremiyor!
.Yüzde 42'si haftada bir ve daha az mahallesinden dışarı çıkıyor!
.Yüzde 28'i, ev işleri, çocuk, hasta ya da yaşlı bakımı çok zamanını aldığından, ailesindeki bir erkek izin vermediği için , yüzde 33'ü kendine ait bir geliri olmadığından, yüzde 12'si de yakınları izin vermediği ya da kısıtladığından dışarı çıkamıyor!
.Yüzde 34'ü hava kararmadan eve dönmeye çalışıyor,
.Yüzde 41'i toplu taşıma araçlarını kullanarak ya da yaya olarak yolculuk yaparken tacize uğruyor!
.Yüzde 20'si hane içinde kötü muameleyle karşılaşıyor!
Erkekler evden çıkamasaydı...
Bu yüzdeler, kadınların ülke genelindeki durumlarının belli nedenlerini bize sunmakla kalmıyor; aynı zamanda, yerel düzeyde ciddi sorunlar, engeller ve güçlerle karşı karşıya bulunduklarını gösteriyor.
Bunlara, cinsiyete özgü sorunlar diyebiliriz. Sözgelimi Ankara'da erkeklerin yüzde 42'sinin haftada bir ve daha az mahalleden dışarı çıkıyor olabilecekleri aklımızın ucundan bile geçmiyor değil mi?
Ya da yüzde 41'inin kent içinde yolculuk yaparken tacize uğruyor olabilecekleri? Ama bunun kadar önemli bir nokta daha var: Ankara'da yerel politikalar üretilirken, kadınların yüzde 42'sinin başlıca yaşam alanının ev ve yakın çevresi olduğu gerçeğinin göz önünde bulundurulup bulundurulmadığı...
Yasal eşitlikle yaşam çevresindeki cinsiyetler arası somut eşit(siz)likler ve farklılıkları bu biçimde yan yana getirdiğimizde, birbiriyle bağlantılı başlıca iki sonuca ulaşıyoruz:
.Yasal eşit yurttaşlık, kadınların yaşam koşullarının iyileşmesi için yeterli değildir; somut yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yerel düzeyde somut önlemler gereklidir ve
.Bu somut önlemlerin, yerel hizmetlerin nicelik ve niteliğiyle doğrudan ilişkisi vardır!
Çünkü Belediye, eskilerden kalma o deyişle, "kadını ya vezir ya rezil..." Nasıl mı? Biraz yakından bakalım:
Boşluk kadınlarca doldurulur
Yerel düzeyde sunulması gereken birçok hizmetin yeterli nitelikte, ucuza ya da bedelsiz sunulmaması (ve elbette hiç sunulmaması) durumunda ortaya çıkan boşluk ağırlıklı olarak kadınlarca doldurulur ya da kadınların üstlenmek durumunda olduğu birtakım işleri yerine getirmeleri güçleşir.
Örneğin, yaygın kamusal çocuk bakım hizmetinin sunulmadığı bir beldede bu toplumsal sorumluluk kadınlarca ve kadınlararası dayanışma ağları kanalıyla yerine getirilir.
Bu tür "hizmet boşlukları", yalnızca kadınların yükünü çoğalttığı ya da geleneksel cinsiyetçi işbölümü içinde yaptıkları işleri zorlaştırdığı için değil, ama doğrudan doğruya kadınların yaşam seçeneklerini daralttığı içinde önemlidir.
Bir örnek vermek gerekirse: kentte yaşayan kadınların pek çoğunun ev dışında çalışma kararını etkileyen en önemli unsurlardan biri, kadının göreli yokluğunda evdeki işleri kimin yapacağı ve/ya da bunların eksik yapılmasının ne gibi bir maliyet -"rezervasyon ücreti"- yaratacağıdır.
Eğer -yine kadın olan- bir aile yakınından yardım alınamayacaksa, -yine kadın olan- bir ev hizmetçisi ve/ya da çocuk bakıcısı işlendirilmek durumundadır. Bütün bunların hesaplanması kadınların -çoğu kez bireysel olmayan- dışarıda çalışma kararını yakından etkiler.
Dolayısıyla, bir belediyenin öncelikli gündeminde yeterli ve ucuz çocuk bakımı olanakları yaratmak, her mahalle için temel sağlık hizmetlerini erişilebilir kılmak, yoksul mahallelerde teçhizatlı çamaşır evleri açmak vb. gibi kadınların zorunlu olarak üstlendikleri sorumlulukları bir ölçüde de olsa "kamusal sorumluluk" haline getirecek önlemler yoksa, kadınların ücretli işgücüne katılımı bundan doğrudan doğruya etkileniyor demektir.
Kızlar okul yerine su taşımaya!
Ya da düzenli kullanma ve içme suyu sağlanmaması durumunda suyu uzaktan taşıyıp kaynatanlar, çamaşırı yıkamak için su kaynağına götürüp getirenler, çöplerin sokaktan toplanmaması durumunda belli bir yere taşımak durumunda kalanlar ağırlıklı olarak kadınlar ve kız çocuklarıdır.
Öyle ki, 1992'de Bolivya'da kentsel hizmet eksikliklerini belirlemeye yarayacak göstergeler elde etmeye çalışan bir grup araştırmacı, okul yaşında olup da okula gitmeyen kızların sayısını, hizmet, özellikle de su hizmetleri eksikliğinin çarpıcı bir göstergesi olarak saptamışlar ("Haydi Kızlar, Okula!" kampanyası bu kadar sıcak gündemdeyken!..).
Böylece örneğin düzenli kullanma ve içme suyu hizmetinin nasıl "cinsiyet-yüklü" bir alan olduğunu görüyoruz: Bir yerleşimde okul çağında olup da okula gitmeyen kız çocuklarının sayısı yüksekse orada su hizmetiyle ilgili bir eksiklik vardır diyebilecek kadar!
Yine, asfaltsız yollar yüzünden daha sık tozlanan evi daha sık süpürmek, daha çok çamurlu ayakkabı, pantalon yıkamak, çöplüklerden taşınan illetlerle uğraşmak, daha sık hasta bakmak durumunda kalmak, gürültüden uyanan bebeklerle başa çıkamamak, elektriğin çok sık ve uzun süreli kesilmesi nedeniyle teknik ev araçlarını kullanamamak, mahalle pazarının yokluğu durumunda alışveriş yükünün hem zaman hem mesafe anlamında birkaç katına çıkması... hep kadınların işini, yaşamını zorlaştırır.
Cinsler arasında fark yok
Mesele yalnızca yerel hizmet boşluğunun kadınlar üzerinde yarattığı karşılıksız (işten sayılmaz ya bütün bunlar!) ve ağır çalışma yükü değil, aynı zamanda belli hizmet alanlarının cinsler arası farkları görüp görmediğidir de.
Mekansal düzenlemeler, aydınlatmanın yeterliliği ve ulaşıma ilişkin planlama ve kararların, kentsel güvenliğin kadınlar için daha farklı ve genellikle de daha fazla bir anlam taşıdığını hesaba katmaması gibi (Bunu dikkate alan uygulamalar için illa çok yüksek kamusal kaynaklar da gerekmez üstelik.
Sözgelimi Kanada'da belediye otobüsleri hava karardıktan sonra kadınları iki durak arasında da indirip bindirir...) Alt-üst geçitlerle (hem de kenarları açık basamaklarla!), buzlanmaya karşı alınmayan önlemlerle güçleştirilen yaya (ki çoğunluğu kadınlardır!) yolculuğu gibi...
Ses kirliliğinin evde bebek, çocuk ve hasta bakan kadınlar için büyük bir sorun olması gibi...
Kenttaş olarak zarar görmek
Ev içinde şiddetin türlü biçimlerine maruz kalan kadınlar yalnızca "özel alan kişileri" olarak değil, aynı zamanda "yurttaş" ve "kenttaş" olarak da zarar görürler.
Ve bu zararı görürken, kamusal bir korumadan yararlanabilecekleri, yerel bir birime danışabilecekleri akıllarının uzundan bile geçmez, geçemez, zira bu tür kamusal mekanizmalar yok denecek kadar azdır
(Türkiye'de bağımsız kadın sığınmaevi ve danışma merkezlerine destek veren belediye sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini anımsamakta yarar var...).
Çoğu kadının yaşamında konut ve yakın çevresi neredeyse tek yaşama (kimi kez de gelir getirici çalışma) alanıyken, hizmetlerin mekansal dağılımı bu gerçeği safdışı bırakır. Kadınların otomobil sahipliği ve kullanımı oranları son derece düşükken, kent-içi ulaşım düzenlemelerinin yayalık ve toplu taşımacılığa üvey evlat muamelesi yapması gibi...
Ya da "ev-eksenli" çalışan kadın sayısı bu denli yüksekken (Türkiye'de ev-eksenli çalışanların yaklaşık yüzde 90'ının kadın olduğu hesaplanmaktadır) konut alanlarına "oturma, dinlenme ve tüketim alanları" olarak bakılması gibi...
Destek mekanizmalarının geliştirilmesi gerekir
Eşitsizlik yerel düzeyde ve somut olarak yaşanıyorsa, çok açık bir biçimde, belli destek mekanizmalarının geliştirilmesi gerekir.
Çünkü, "herkese eşit kamu hizmeti, herkese eşit mesafe, ayrım yapmama" gibi kavramlara yaslanarak belirlenen politikalarla uygulamalar kimi zaman niyet edilmeyen sonuçlara yol açar.
Böyle bir perspektif; toplumsal eşitsizlikleri besleyip varolan ayrımları derinleştirebilir, herkesin kamu hizmetlerinden yeterince yararlanabilmesinin önünü kesebilir...
Aslında mesele basittir: "Gerçekte eşit olmayanlara eşitmiş gibi davranmak"... Eşitsizlik-körlüğü diyebileceğimiz bir durum...
Hal böyle olduğunda, toplumsal-ekonomik açıdan dezavantajlı toplum kesimleri daha da dezavantajlı duruma gelir; bu kesimler, güçlenmek ve refah düzeylerini yükseltebilmek yerine daha da yoksunlaşıp daha da yoksullaşır, yaşam koşullarını iyileştirmekle sorumlu kamu kurumlarına daha da yabancılaşırlar...
Yapısal farklılık
Toplumsal fırsatlardan yeterince yararlanamayan birçok toplum kesimi vardır elbette. Fakat, cinsiyetin nüfusun tümünü etkileyen yapısal bir farklılık olduğunu akılda tutmak gerekir. Ne kadınlar ne de erkekler benzeri kimi gruplar arasında özel bir çıkar grubu olarak değerlendirilebilir.
Tam tersine, cinsiyet; ırk / etnisite, sınıf, yaş, bedensel engellilik, cinsel yönelim vb. gibi öteki yapısal farklılıklardan kaynaklanan farklılıkları ve savunmasızlıkları etkiler ve genellikle güçlendirir.
Öte yandan, kadınların yaşamlarının iyileştirilmesini istemek, sözgelimi bedensel engellilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesini istemenin, bunun için çabalamanın önünde engel değildir (engelliler de cinsiyetsiz değildir üstelik!).
Ya da, kadınların sorunlarının çözülmesini beklemek için önce bütün dünyanın sorunlarının çözülmesini beklemek gerekmiyor! Tam tersine, hepimiz biliyoruz ki, bütün eşitsizlik kaynakları / nedenleri birbiriyle ilişkilidir ve birinde yaratılacak bir değişimin öteki alanlara da sıçraması çok olanaklıdır.
Son olarak, cinsiyet farklılıklarıyla eşitsizliklerine duyarlı bir bakışa sahip olmaya ve yerel hizmetleri de bu bakışla tasarlamaya çalışırken, hem kadınların hem de erkeklerin geleneksel cinsiyet rolleriyle değerlerinin taşıyıcıları olduğu unutulmamalıdır.
Politika ve hizmetlerin cinsiyet farklılıkları karşısındaki duyarlılığı; eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı ve kaynakların eşit dağılımını amaçlarken, hem kadınların hem de erkeklerin yaşamlarıyla ilgili özellikleri göz önünde bulunduruyor olmasına bağlıdır.
Yalnızca kadınların değil erkeklerin ve yerel halkın da cinsler arası eşitlikten ve yararlar, görevler ile sorumlulukların cinslere eşit dağılımından kazanacağı çok şey vardır.