Ailesiyle Almanya'da yaşamaya başladığında İtalyanca, Fransızca dahil yedi dil biliyordu.
Yaşamının ilk anılarında yoksulluk, bir Amerikan üssünde uğradığını iddia ettiği tecavüzün izleri, Nazi kamplarında ölen babasının bıraktığı keder vardı.
Kucaklaşmalardan kaçtı
Kimi zaman yalanlarla koyulttuğu bu anılar, onun peşini hiç bırakmayacaktı. Cinselliği bir tür cezalandırma gibi görecek, kucaklaşmalardan kaçacaktı.
Kuzeniyle tren raylarında koşarak geçirdiği günler ona uzak kavramını öğretmişti. Trenler gelir, trenler gider. Geriye uzaklık kalır.
O, bu uzaklığı çevresindeki dünyalıklarla kurduğu ilişkiye ekledi. Bir gün geldi, kendi geçmişinden uzaklaştı.
Christa'nın günleri, Ostergard adlı modacıyla tanışmasından sonra aydınlandı. On altı yaşındaydı, incecik, sarışın bir kızdı.
Yüzünde gizemli bir çekicilik
Gizemli bir çekicilik vardı yüzünde. Kısa sürede, Berlin'in en ünlü modellerinden biri haline geldi.
Paris'te Coco Chanel ile çalıştı, İtalya'da Fellini'nin Dolce Vita'sında rol aldı.
İleride bir gün arkadaşlarına Chanel'le anlaşamadığını, onun tacizlerine maruz kaldığını, Fellini'nin de kendisini tembelliği yüzünden kovduğunu anlatacaktı.
Kısacası Christa'mız bir "tap model"di ama moda ve film dünyasını bilindik anlamda kendisine taptırmadı.
Yatırım fikirlerinden uzak, fütursuz bir kadın
O yılların erkeklik simgelerinden Alain Delon'dan bir oğul dünyaya getirdiğinde daha 24 yaşındaydı ve şimdiki "top model"lerin yatırım fikirlerinden uzak, fütursuz bir kadındı.
Delon da böyle bir kadına çok fazla pirim verecek değildi ya, çocuğunu reddetti, bir kere bile görmek istemedi. Buna karşılık Alain'in annesi, bebek Ari'nin bütün bakımını üstlendi.
Christa Paffgen'e de podyumları ve moda dergilerini doldurmak düşüyordu.
Altmışların deliler kenti New York'ta bir ajansta çalışmaya başladı.
O günlerde kendisine (ve bütün öteki podyum kızlarına) verilen amfetamin haplarına alıştı ve eroine varacak madde serüvenine daldı. Artık Christa'ya hoşça kal demenin tam sırasıydı.
Kadınlar için pek şaşırtıcı değil kendine hoşça kal demek. Kâh baskı altında yapıyoruz bunu, kâh yaşadıklarımızdan sıkılarak, bezerek.
Bazen değişim, dönüşüm adı altında.
Bazen yeni bir ad, bazen başka bir kent, bazen de en kolay yoldan yeni bir saç kesimiyle.
Ama çoğunlukla yürek dolusu bir kırgınlıkla.
Christa Paffgeri de karanlık ormanın bir kölesinde eski bir sevgilinin adım giyinip yürümeyi sürdürdü. O artık Nico'ydu.
Modellik değil, müzik
Nico'nun gönlünde yatan aslan; modellik değil, "müzik ti.
Rolling Stones grubundan Brian Jones'la birlikteliği aslanla arasını ısıttı. Bob Dylan'la tanışması ise bir dönüm noktası oldu.
Bob Dylan'ı ve şarkılarını çok seviyor ve O'nun çevresinde olmaktan mutluluk duyuyordu ama yine bir yol ağzına gelmesi uzun sürmedi.
Şair Gerard Molonga nın aracılığıyla dönemin en ilginç simalarından Andy Warhol'la tanıştı. Warhol kampını "tercih etmesi" sonucunda Dylan'dan koparak Factory ortamına girdi.
Her şey Warhol'un yönetiminde
Bir yaratım fabrikasıydı Factory. Her şey Warhol'un yönetimindeydi.
Nico da Warhol'un açtığı yolda, gösterdiği amaçta kendi şarkılarını söylemek isteğini rafa kaldırıp Velvet Underground'a karıştı.
Velvet öyküsü benim için çok sevimsiz. Bir topluluk düşünün çarpıcı sözleri olan şarkıları var, bir yaratım uzmanının Fabrika'sına yerleşip patlamaya hazırlanıyor.
Başında liderlik hırsından kırılan Lou Reed derler bir solist. Reed ile çalışan yetenekli basçı-John Cale.
Warhol böylesi bir kurtlar topluluğuna Nico'yu ekledi. "Karizmatik etken" niyetine.
Nico toplulukla sahneye çıkıyor, Reed'in üç büyüleyici bestesini seslendiriyor ve kalakalıyordu.
Velvet'e karşılamamıştı, iki etkin elemanla da sevişiyordu ama hiç bir yere ait değildi.
İtilip kakıldı
Sürekli itilip kakıldı sahne iktidarı savaşında. Mikrofonunun bozulması gibi eşek şakaları cinsinden oyunlarla sabote edildi.
Nico için paranoyalar, kâbuslar, maddeler ve bir yönlendirmeler mekânıydı Fabrika.
Altmışların sonlarına doğru, deneysel sinemaya ağırlık vermeye başlamıştı imparator Andy Warhol.
1966'da Chealsea Girls'ü çekti. Türkçe adıyla Chealseali Kızlar, önemli bir ticari başarı kazandı.
Filme unutulmaz görüntülerinden birini veren de Nico'ydu. Nico filmde gözyaşları içinde görünüyordu.
Ağlıyordu gerçekten.
Oyunun sınırları içinde, ama gerçekten.
Lanetli kadın
Velvet'ten atılmış, içki ve eroin yüzünden formunu kaybetmiş ve oğlu Ari'yi eroine kendi eliyle alıştırmış lanetli bir kadındı o artık.
Tek istediği "kendi şarkılarını söylemek"ti.. Orman giderek ıssızlaşıyordu.
Nico çok sevdiği dostu ve kendi gibi Velvet'ten Reed'in hışmına uğrayarak atılan John Cale'in yardımlarıyla solo albümler doldurmaya başladı.
Kendi şarkılarının yanı sıra Doors'un The End'ini ve Reed'in bir kaç bestesini seslendiriyordu.
ve kendi şarkılarını buldu...
Alman aksanlı İngilizcesi, derinden gelen boğuk sesi, gotik rock'a yakınlaşan tarzıyla buldu "kendi şarkılarını."
Seksenlerde İngiltere'ye, Manchester'a yerleşti. Orada tanıştığı bir kaç müzisyenle Doğu Bloku'nu da kapsayacak bir turneye girişti.
Nicolu zamanlar
Bu dönemde onun arkasında klavye çalan James Young, bir gün Nico'lu zamanları anlatan bir kitaba imza atacaktı.
Minibüs arkalarında, uzun yollarda, beş parasız geçen konser günleri Nico'nun yalnızlığını iyice açığa çıkaracaktı.
Radyo programları ve konser afişlerinde, o hâlâ Velvet ve Warhol anılarıyla tanıtılıyordu.
Bir tanrıçanın adı
Oysa yeraltında, punkların, istedikleri yere gitmeyi düşleyenlerin dehlizlerinde Nico bir tanrıçanın adıydı.
Şiirsel bir duyarlılıkla yazdığı şarkılarıyla yalnızları ve "tutunanamışları" cezbeden bir tanrıçaydı bu.
Ünlüydü ama çok sevilen biri değildi.
Oğlu Ari'yle arasındaki güçlü bağ bile eroin ve "dışardalık"la örülüydü.
Konserlerden kazandıklarıyla karnını doyuyordu.
"Ben dinleyici için şarkı söylemiyorum," demişti bir akşam. "Mümkün olduğu kadar yalnız kalmak istiyorum."
Michael Jackson çalınınca...
Ama korkutucu bir yanı vardı yalnızlığın, İtalya'da bir diskoda verdiği konserde, izleyicilerin sıkıntıdan patladıklarını gören DJ, bir Micheal Jackson şarkısı çalarak, Chealsea Kızı'nı bir kenara savurmuştu.
James Young, Nico'yu ilk kez o zaman umutsuz ve yıkılmış gördüğünü anlatıyordu kitabında.
Trajik şarkıları ve doğaçlamayı sevdiğini, notalardan hoşlanmadığını anlatan bir kadının müziği Micheal Jackson kuşağına ağır gelmişti.
Plastik marifetler devri
Plastik marifetler devri seksenler, Nico'ya karşı hiç sıcak davranmıyordu.
Onun çok sevdiği Lenny Bruce gibi hesapsız, kuraldışı ve öz yıkımcı kahramanlar tarihe karışmıştı.
Thatchersiz rüzgarları yaprakları savuruyordu.
Gezgin İngilizle tanışma
Nico'yla o günlerde tanışmış birini biliyorum. Bir arkadaşımın sevgilisi, gezgin bir İngiliz. Bir gece barda tanışıyor Nico'yla.
"Hiç eski fotoğraflarına benzemiyordu. Ama dikkat çekici, ince ruhlu bir insandı," diyor. "Andy'nin baskıcılığından söz ederdi. Bir de Musevi olan Lou Reed'in kendisini Almanlığından dolayı sevmediğinden. Ama Reed'in derdi kıskançlıktı herhalde."
Bu tanışıklık Nico'nun son altı ayında gerçekleşmiş olmalı.
Yani onun eroini ve alkolü bıraktığı, sağlığına kavuşmaya başladığı dönemde.
Nico son günlerini çok sevdiği İbiza adasında, bisikletiyle turlayarak ve dinlenerek geçirdi.
18 Temmuz 1988 günü bisikletten düştü ve beyin kanaması geçirerek yaşamım noktaladı.
Mülksüz, hesapsız bir kadın
Yaşamı boyunca evi, arabası, nikâh yüzüğü, hatta tek bir plağı bile olmamış, mülksüz, hesapsız bir kadın için traji komik bir noktalama biçimiydi bu.
Noktalama işaretlerini (bilerek mi yoksa?) hep yanlış kullanmıştı.
Oliver Stone'un faciası Doors filminde görülen "asılgan fıstık" değildi o. Kendi kimliğini kendi çıkarmış biriydi, iki kez. İki ayn karede hem de.
Leonard Cohen gibi adamları kendisine aşık etmiş, Jim Morrison'un başını döndürmüştü ama şu yaşam öyküsüne bakarak onu bir kaç erkek adının arkasında anmak düşünülebilir mi?
Düzenle barışmadı
Düzenle barışmayıp, çocukluğunun trenlerine asılı kalması, süs bebek gibi yaşamak varken, sokaklara çıkması, kadın acılarından yoğnılup, kimi zaman "erkek olarak dünyaya gelmeyi" dilemesi ve en önemlisi geride bıraktığı ondan fazla solo albüm ile zihinlere ilişmeli.
Onun bütün düşleri, geçmişiyle ilgili yalanları, bulanıklığı kendineydi.
Kendi şarkılarını söyledi Nico.
Kendi şarkılarını söyleyen, karanlık ormanlarda deliler gibi yalnız dolaşan ve hiç bir tarifeli trene yetişmek istemeyen kadınların işinin zor olduğu bir dünyada.