İnsan haklarının tüm dünyada vazgeçilmez bir değer haline geldiğini, hükümetlerin de bu alana yabancı kalamayacağını söyleyen Belge, hükümetin sempozyuma verdiği desteğin de samimi olduğuna inandığını belirtiyor.
"Yeni Taktikler" projesinin kaynak bulunduğu sürece devam edeceğini belirten Belge, insan hakları mücadelesinin 12 Eylül'le birlikte Türkiye solunun programına girdiğini söylüyor.
Prof. Dr. Murat Belge ile Minnesota İşkence Mağdurları Merkezi (CVT) Genel Müdürü Douglas A. Johnson ile birlikte başlattıkları "yeni taktikler" serüveni üzerine görüştük.
Sempozyumu Türkiye'de yapma fikri nereden doğdu?
Biraz tesadüf aslında. Douglas'ın karısı Kathrine, Boğaziçi Üniversitesi'nde ders veriyordu. Douglas da buraya gelmişti. Hayatı insan hakları mücadelesi ile geçmiş olduğu için Türkiye'ye gelince bulunduğu yeri anlamaya öğrenmeye çalışıyor karı koca ikisi de.
Bunu yaptıkları zaman da burayı seviyorlar. Yani burası bir şeyler yapmaya değer bir ülke gibi görünüyor. Yani Douglas'ın aklında daha önceden burada nsan hakları ile ilgili bir şeyler yapma fikri vardı; daha sonra da biz karşılaştık.
Konuşunca benzer düşündüğümüzü gördük ve beraber çalışalım diye karar verdik. Ama o zaman da bunu Türkiye'de mi yapalım başka bir yerde mi yapalım diye kararsızdık. Hatta Meksika'da yapılabilir filan diye konuşuyorduk.
Ama ikimizin de aklında öncelikli olarak Türkiye vardı. Kısacası bu toplantı Douglas'ın fikri bu ve bu iyi bir fikir. Toplantının nerede yapıldığı çok önemli değil ama tabii bir yerde yapıyorsun ve o yaptığın yerle bir alışveriş olması da iyi bir şey.
Türkiye hem insan hakları konusunda mesafe alması gereken bir yer ama aynı zamanda insan hakları alanında epey mesafe de almış bir yer; dolayısıyla alışverişe açık. Bu alanda kurulmuş örgütleri var. Gelenekleri oluşmuş bir mücadele tarihine sahip. Bu mücadelede bir yere gelinmiş. Dolayısıyla burada çıkacak bir ses bir adamın çölde bağırması gibi olmaz. Bunu işitecek kulaklar vardır diye düşündük.
İnsan hakları mücadelesinde yeni taktiklerin önemi ne? Neden yeni taktikler?
Tabii zaten konunun ana fikri bu. Douglas'ın hep söylediği bir darbı mesel var. "Elindeki tek alet çekiçse bütün problemler de sana çivi gibi görünür" diyor.
İnsan hakları gibi uçsuz bucaksız bir alanda bir şeyler yapmak isteyen ve her şeyin daha iyi olmasına katkıda bulunmak isteyen insanlar var ama bu çok soylu isteğe karşılık eldeki alet edevat miktarı çok fazla değil. Bir düşünürsek hayatımızda kaç tane imza kampanyasında imza verdik, kaç kere sağa sola mektup yazdık... Yani bir yöntem çıkıyor, sonra herkes onu yeniden üretiyor, yeniden üretiyor yeniden üretirken de biraz da tüketiyor.
İnsan hakları alanına belki sanatsal bir şey sokmak gerekiyor artık. Biraz "hayal gücü"ne ihtiyaç var. Hayal gücü dediğimiz biraz poetik bir şey. Ama aynı zamanda bunun karşıtını da içeriyor. Yani bir taktiği bütün ayrıntılarıyla düşünmek yani hem selebral bir disiplin gerektiriyor, hem de bir yaratıcılık, ipe sapa gelmez bir yaratıcılık gerektiriyor.
İşte bu toplantı özellikle bunu yapmak üzere, şimdiye kadar kullanılmış, belirli bir amaç için kullanılmış, başarılı olmuş yöntemleri dolaşıma sokmak için yapılıyor. O yöntemler ille de kullanıldıkları amaçla sınırlı olmayabiliyor, bambaşka bir hedef için bir başka yerde de işe yarayabiliyor.
Ama tabii bizim burada, faraza 20 tane denenmiş ve başarıya ulaşmış yöntemi konuşmamız bundan sonra artık bu 20 yöntemi kullanalım demek değil. Bunu 40 nasıl yaparız, 60 nasıl yaparız? Bu toplantı insan hakları mücadelesinin dünyada bugün ulaştığı noktada bir dönüm noktası. Hem gelinen noktaya işaret ediyor; hem o dönüm noktasından gidilebilecek yeni yolları oluşturmaya aday.
Hükümetler de destekliyor bu toplantıyı.
Evet, insan hakları dünyada gitgide tartışılmaz bir değer haline geldikçe birbiri ardından birçok hükümet de bu yolda yapılabilecek iyileştirmeleri v.s. desteklemeye başladı.
Tabii bu durum daha çok dünyanın daha demokratik olarak bildiğimiz bölgelerinde geçerli. Oralarda oluşturulan toplumsal sistemlerde zaten sivil toplumun büyük ölçüde kendi işlerini kendi başına halletmeye başladığını görüyoruz. Ama direnen devletler de var.
Sempozyumun burada düzenlenmesi Türkiye açısından olumlu bir adım denebilir mi?
Bence olumlu. Hükümet bu sempozyumu destekledi. Bunun sadece "İşte Avrupa'ya giriyoruz ondan önce böyle bir şey yaparsak hoş olur" gibi reklama dönük bir jest olduğunu sanmıyorum.
Yani hükümet açısından "yeni bir taktik" değil?
Yok sanmıyorum. Hükümetin icraatı içinde böyle bir trend olduğunu kimse inkar edemez. Tabii insan hakları mücadelesi sonuçta politik bir mücadele ve politik mücadeleyi yapan insanlar her an hükümetle karşı karşıya gelebilirler. Ama peşin olarak onlar düşmanımız bunlar dostlarımız dememiz yanlış. Bu kategorilerden yavaş yavaş çıkmak lazım. Yapılan işe kimin nasıl katkıda bulunduğuna bakmak lazım. O zaman kimsenin bir başkasının katkısını inkar etmeye hakkı yok.
Dört gün sonunda beklentileriniz ne, toplantıdan ne çıkacak?
Benim beklentim şu. Bir toplantı yapılacak ve bitecek. Toplantı bittiği anda başka bir sürecin başlamasını bekliyorum diyebilirim. Tabii bu vakit alacaktır ama tohum atmak gibi bir şey; bir tarlayı bir miktar kazacağız, süreceğiz, biraz da tohum atacağız, sonra bakacağız neler oluyor.
Toplantıları devam ettirmeyi düşünüyor musunuz?
Zaten birkaç tane daha olacak. Şu anda, projenin parçası olan birtakım izleme toplantıları var. Kıtaları seçeceğiz. Afrika'da bir tane, Güney Amerika'da bir tane; imkan buldukça yapacağız. Tabii bu imkan meselesi, proje kendi kendine imkan yarattıkça bunu mümkün olduğu kadar bitmeyen bir süreç haline getirmeye çalışacağız.
Türkiye açısından Sempozyumun önemi ne olabilir?
Türkiye denince benim hep en başta söylediğim lakırdı, Türkiye'nin uzun bir dönemi dünyaya karşı çok kapalı, izole olarak geçirdiği. İşte bu taktikler ve söylediklerim, hepsi Türkiye için de elbette geçerli, ama ona ek olarak Türkiye'de sivil toplum için mücadele eden yahut insan hakları için mücadele eden insanların dış dünyayı tanımaları çok önemli.
Bütün dünyada sivil toplum oluşmak zorunda. Türkiye'nin de aralarında olduğu birçok ülke hala bu aşamada değil. Yani toplum hala ulusal sınırların arkasında duruyor. Ama toplumların artık ulusal sınırların ötesine geçip kendileriyle buluşması lazım. O bakımdan Sempozyumun Türkiye'de olmasına özellikle önem veriyorum.
Türkiye'de "insan hakları mücadelesi sadece solculara mahsus bir mücadeledir" gibi bir anlayış yok mu?
Burada insan hakları kavramının yaygınlaşması, kabul görmesi, saygınlık kazanması falan aslında 12 Eylül döneminde oldu. Çok yakındır bu.
Daha önceki dönemlerde insan hakları Türkiye'deki siyasi mücadeleler çerçevesinde makbul bir kavram değildi. Sol açısından da çok kabul edilen bir kavram değildi. Bir burjuva kavramı olarak görülüyordu.
Ama ondan sonra, biraz da paradoksal bir şekilde, 12 Eylül koşulları bunu bir dava haline getirme misyonunu solun üzerine bıraktı. Çünkü başka bunu dava haline getirmeye niyetli kimse yoktu ortada. Onun için de insan hakları solun programının bir parçası oldu. Bu yüzden, dediğin gibi bir özdeşleme var. Hatta hem bir özdeşleme hem hala bir hafif bir tedirginlik de var birçok solcunun üzerinde. Acaba bu doğru mu falan gibilerinden.
Mesela insan hakları içinde mülkiyet hakları da vardır, şimdi bunu kabul edecek miyiz gibilerinden, böyle soruları var birçok solcunun hala var, biliyorum. Şimdi tabii solculuk yaparken biz hepimiz, solculuğu da bir hayli dar kalıplar içinde yapıyorduk. Bize de böyle ufuk açıcı bir egzersiz her bakımdan gerekli. (YS/EÜ)