Hükümetin Kürt meselesinde sivil siyaseti, demokratik diyalog kanallarını değil silahı seçen politikasını açık etmesiyle, belirlediği yöntemlerden medyanın bunları işleyiş biçimine kadar her yönüyle 90'lı yılları andıran, bazı yerlerde onu da geçen tehlikeli bir atmosfere girdik.
17 Ağustos'ta başlayan ve aralıksız beş gündür süren hava harekatının kendisi uzun vadeli tahribatlara yol açacak bir gelişme. Bu harekatı takiben ilerleyen sosyal ve siyasal gündem de umut vaadetmekten uzakta.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere hükümet temsilcileri şu anda yaşadığımız atmosferi yaratan, Kürt meselesinde barışçıl bir çözüm üretmeyen 1990'ların siyasetçilerinin adımlarını atıyor, Türkiye'nin Kürt sorununa kaynaklık eden yapısal nedenlere yapısal çözümler aramaktan uzaklaşıyorlar.
Özellikle bazı medya kanalları, aynı şekilde 90'ların başında TRT'nin yürüttüğü misyona benzer bir yayıncılık sürdürmeye başladı bile. Yine yüzü maskeli, PKK itirafçısı olduğu iddia edilen kişiler üzerinden başta Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) olmak üzere Kürt kurumlarını hedef gösteren yayınlar yapılıyor.
Bu kanallardan yayılmaya çalışılan PKK'nin Hakkari'de halka silah dağıttığı gibi tamamen yalan ve ileride başlayabilecek muhtemel bir "sınır içi" operasyonda yaşanacak sivil ölümleri meşrulaştırıcı, "iddia edildi" kipindeki haberler 90'ların tarzından dahi daha korkutucu bir hevesin sözkonusu olduğunu gösteriyor.
Çünkü ne de olsa 90'ların devlet diskuru tüm anti demokratik, illegal yöntemlere rağmen 'halkla' PKK'yi bir tutmamaya çalışan kendince bir siyaseten doğruculuk izliyordu.
Ancak bugünün işaretleri, Kürt kentlerinde her ne olacaksa bunun yalın sosyolojik gerçekler üzerinden yürütüleceğini gösteriyor. Tamillere karşı büyük bir insanlık suçu işleyen Sri Lanka hükümetinin yaptığı vahşetin medya kanallarında rahat bir şekilde "model" diye tartışılabiliyor olması, bu çıplak gerçeğin gizlenmiyor oluşundan çıkıyor;
20 yıl önce örgütü desteklememe ihtimali halen sözkonusu, "kurtarılacak" bir halk vardı, şimdi o da yok.
Her yola başvuruldu
PKK'ye yönelik topyekün bir taarruz siyasetinin insanlık suçları işlenmeden yürümeyeceği bu açıdan hem sosyolojik hem de teknik nedenlerle açık bir gerçek. Kürtler bunun ilk acı deneyimini 90'larda yaşadı. 80'ler ve 90'larda devletin esas amaçlarından biri yeni ortaya çıkmış PKK'nin halk desteği kazanmasını engellemekti.
Bunun için de medyanın bir propaganda ve dezenformasyon aracı olarak kullanılmasından işkence ve toplu yargılamalara, köy yakmalardan faili meçhul cinayetlere kadar insanları korkutacak, sindirecek her yola başvuruldu.
Şu anda bahsini ettiğimiz 27 yıllık savaşın asıl can kayıpları bu dönemde yaşandı. Örgüte yardım ettiği gerekçesiyle 3 bini aşkın köy boşaltıldı, 1 milyonu aşkın kişi göç ettirildi, binlerce kişi infaz edildi, onbinlerce kişi hapse atıldı.
Tüm bunlara rağmen ne silahlı örgüt bitirilebildi, ne de tabanı PKK ile örtüşen kapatıldıkça yenisi kurulan siyasi partilere olan halk desteği kesildi. Aksine Kürt hareketi Türkiye'nin legal siyaset alanında etkili bir konuma geldi,
90'ların sonlarından itibaren kazanmaya başladığı belediye başkanlıkları sayısını iki yıl önce 99'a yükseltti. Bu yıl da Meclis'e Cumhuriyet tarihinde görülmedik bir oranla 36 milletvekili soktu.
Bu nedenle devletin PKK veya legal bir Kürt siyasi partisinin toplumsal desteğe ulaşmasını engellemek gibi onlar açısından bakıldığında rasyonel görünecek gerekçeleri ortadan kalktı.
Dolayısıyla şimdi sözkonusu olan, artık bir veri haline gelen "halk desteğiyle birlikte" örgütü ortadan kaldırmak. Halk desteğinin henüz emekleme döneminde olduğu yıllarda halka neler yapıldığı dikkate alındığında, halkın desteğinin bir veriye dönüştüğü bu dönemde yaşanacakların daha ağır olacağını kestirmek zor değil.
Bu nedenle de popülerleşmiş ve çok büyük oranda kurumsallaşarak 'ustalık' dönemine girmiş bir hareketi, Erdoğan'ın "barış ayı Ramazanda" ilan ettiği Orwellyen "barış"ının düzeyine getirmek için, bunu yürütecek kişilerin sayısız suça, cinayete ve katliama bulaşması gerekecek.
Yeni sürecin bildiğimiz kadarıyla ilk katliamı Pazar günü yaşandı. Çocuklar Solin (6 aylık), Sonya (4), Oskar (10), Zana (11) anneleri Mer Haci Mam ve babaları Hasan Mustafa ile yanlarındaki Rezan Hüseyin Mustafa (34), bir Türk jetinin araçlarını hedef alması sonucu bedenleri parçalanarak hayatlarını kaybettiler.
Öte yandan hükümetin bu günlerde Kürtlere, Kürt siyasetine vaat edebildiği yegane şeyin 90'ların hukuksuzluğuna bir dönüşün olmayacağı gibi ancak o dönemden yalnızca daha az veya daha profesyonel bir şiddet olarak anlaşılabilecek söyleminin kendisi bile önümüzdeki dönemin bir 'postmodern OHAL'i [Olağanüstü Hal yönetimi] ifade edeceğini gösteriyor.
"Süper valiler"
Kamuoyuna açık edildiği kadarıyla, gündemde olan olağandışı 'teknik' değişikliklere bakıldığında da durumun ciddiyeti kendini gösteriyor. OHAL dönemindeki en büyük sorunlardan biri, "terörle mücadele" adındaki sürecin ne ulusal ne uluslararası ölçekte herhangi bir denetlenebilirliğinin olmaması, yereldeki asker-sivil yetkililerin kontrolü olmayan bir güçle istediklerini yapabiliyor olmalarıydı.
Bu yıllarda Olağanüstü Hal Bölge Valiliği adı altında, Kürt illerindeki olağandışı uygulamaların idaresi tek bir "super" bölge valisine bağlanmışken şimdi her biri bir kentten sorumlu bir düzine "super" OHAL valisi olacak.
Bu uygulama kentlerdeki güvenlik idaresini "süper" yetkilerle bir kişiye devredeceği için denetlenebilirlikten uzak, ihlallere son derece açık olacak. Benzer şekilde hâlâ işledikleri suçları tartıştığımız, binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulan ve halen tek birinin yargılaması yapılmamış "özel harekatçılar" da hükümete yakın televizyon kanallarındaki "acaba imajlarının düzeltilmesi için birşeyler yapılamaz mı" münazaraları eşliğinde "super" yetkilerle donatılarak bölgeye gönderiliyor.
Kendi siyasi geleceği sözkonusu olduğunda referandum gibi demokratik seçenekleri kısa zamanda hayata geçiren ADalet ve Kalkınma Partisi (AKP) şimdi milyonlarca Kürt'ün hayatını doğrudan etkileyecek bir konuda herhangi bir referandum bir yana, parlamentodaki siyasi partilere dahi danışma ihtiyacı duymadan, savaş seçeneğini uyguluyor.
Savaşın ve araçlarının toplumsal gündemi belirlediği bu dönemde sorunun gerçekte ne olduğu tekrar unutturulmaya çalışılacak, toplumsal sorunlara demokratik yollardan çözüm bulması görevleri olan siyasetçiler bir kan davalı gibi rasyonelliklerini kaybedecekler.
Oysa Kürt veya PKK meselesinin bu ülkenin üzerine inşa edildiği tek millet paradigmasının çıkardığı bir hadise olduğu gerçeği her türlü hukuksuzluğun gerçekleştirildiği 90'larda değişmediği gibi önümüzdeki süreçte de değişmeyecek.
Sorumlu siyasetçilerin bu atmosferde görevleri Türkiye'nin bugününü travmatize eden 90'lı yılların uygulamalarını tekrarlamaları değil, geleceğini her anlamda imar edecekleri barışçıl siyasetler geliştirmek olmalı. Hükümetin sorunu silahlı yöntemlerle çözme noktasına düşmesi bu ülkeye barış ve istikrar getirecek bir siyasi vizyondan uzak olduğunu gösteriyor.
Buna rağmen uzun süredir taleplerin karşılanması veya güvencelerin sağlanması durumunda silahlı mücadeleye son vermeye hazır olduğunu duyurmuş bir örgüt ve barışçı muhalefet yürüten sivil Kürt hareketinin varlığı bir imkan olarak durmaya devam ediyor.
Bu imkana Türkiye'nin arkaik kırmızı çizgileri üzerinden on yıllar öncesinin yollarıyla değil, modern bir demokrasiye uyacak barışçı yanıtlar üretilebilmeli.
Eğer bu olmayacaksa, o zaman da 90'larda yaşanan hukuksuzluklara sessiz kalan Türkiye'nin geniş kamuoyunun benzer bir dönemin sorumluluğunu paylaşmayı reddederek olacaklara sesini çıkarması gerekir. (HA/AS)
* Hamza Aktan, gazeteci, http://hamzaaktan.blogspot.com/