“Yazmalı Defter” Faruk Duman’ın yazmak mefhumu üzerine düşüncelerini konu alan bir deneme kitabı olma özelliğini taşıyor. 2000 yılında yayımlanan Av Dönüşleri’yle Sait Faik Hikaye Armağan’ını, 2004 yılında yayımlanan Keder Atlısı’yla Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, 2011 yılında yayımlanan romanı İncir Tarihi’yle de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan yazarın bu kitabı Alakarga Yayınları’ndan çıktı.
Yazı’nın varoluşuna, içeriğine, biçimine, yol ve yöntemine, pazarlamasına, hedefine, ne olduğuna ve ne olmadığına dair pek çok şeyi kaleme alan Duman, aynı zamanda Can Yayınları’ndan çıkan pek çok kitabın da editörlüğünü yapıyor.
Faruk Duman yazı hususunda “defter”ine pek çok şeyi yazıyor. Duman, yazdıklarını okuyucuyla paylaşma fikrinin ne zaman aklına düştüğü sorumuzu, “Aslında birbiri ardına, aynı konu üzerine alınmış notların çoğaldığını görünce, yazmanın amaçları üstüne böyle bir küçük kitabın yayınlanabileceğini düşündüm” diye cevaplıyor.
“İnsan yazarak aslında ne yapar?”
“Yazmalı Defter” isimli kitabınızda yazının varoluşuna, amacına, yol ve yöntemlerine dair pek çok kavramı denemeler biçiminde yazarken, kendinizle röportaj yapıyor gibisiniz daha çok. Soruları yazılmayan, kısa kısa cevaplar verdiğiniz samimi bir röportaj. Bu samimiyet, numaralandırdığınız bazı denemelerinizde mektup kalıbına da bürünüyor ki mektup da yazınsal açıdan edebi bir form. “Defter”inize “karaladıklarınızı” bir kitap olarak sunma fikri aklınıza geldiğinde, biçimsel kaygılarınız nasıl ortaya çıktı?
Aslında birbiri ardına, aynı konu üzerine alınmış notların çoğaldığını görünce, yazmanın amaçları üstüne böyle bir küçük kitabın yayınlanabileceğini düşündüm. Ama başta, kısa bir deneme peşindeydim açıkçası; insan yazarak aslında ne yapar? Önce, hem yazarak hem okuyarak kendi ömrümüzü kendimizce güzel geçirmeye, bu ömrü güzel noktalamaya hazırlanırız. Tabii çok kişisel olarak, yani bir tür yaşam biçimi olarak böyle. Yoksa yazı yoluyla ortaya çıkan düşüncelerin toplumsal hayatımızda çok başka yeri vardır.
Auge’nin yazmak ve ölüm hususunda söyledikleri Tarkovsky’nin “Sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır” sözünü hatırlattı bana. Fakat bu yargı, asıl olarak üretici olarak geçerli sanırım. Keza siz de, lise öğrencileriyle buluştuğunuzda, okumanın insanı hayata hazırladığına dair görüşünüzü onlarla paylaşıyorsunuz. Bu bağlamda sanat, üreticiye ve alıcıya ne sunuyor sizce?
Genellikle aynı şey oluyor. Okurun da yazıdan aldığı şey yine ömrünü güzel geçirmektir. Sanat acı çekmektir, okudum mutsuz oldum vs. Bunlar hiç inandığım şeyler değil. Okul söyleşilerinde “Mutluluk farkına varmaktır” diyorum. Okumadığınız sürece bu ülkede neler olup bittiğini anlayamayacaksınız. İnsanın aydınlanması güzel bir şeydir. Yazmak da tabii bir aydınlanma biçimidir. Bir öğrenmedir.
“Yazmanın amacı hayatta kalmaktır”
Denemelerinizde yazınsal olanın pazarlanması meselesine de ayrıca değiniyorsunuz. Bir yazarın –öykü ve roman yazarını kastediyorum- yazarak hayatta kalması, popüler dergilere de yazmıyorsa, günümüz koşullarında çok zor. Aynı zamanda edebiyat editörlüğü de yapan bir yazar olarak, öykü ve roman yazarlarının bu kaygılarını nasıl yorumlarsınız?
Son derece doğal. Yazdıklarım kesin yargılar içermiyor. Ben kendinden emin biri olamadım; olanlardan da hep uzak durmaya çalıştım açıkçası. Geçimini sağlamak vs. Son derece doğal. Tabii yazı kültürel bir şey. Paylaşılan, demin dediğim gibi, yazanın da okuyanın da aydınlanmasını sağlayan şey. Şimdi siz para kazanacağım diye yalan söylüyorsanız, ya da edebiyatın dibinin keyfini çıkarıyorsanız o başka. Ben doğrusunu söylemek gerekirse, inanmadığım, popüler kültürün hoşuna gitsin diye zırvaladığım şeyler yazacağıma şunu yaparım; geçimimi başka yoldan sağlarım. Kimse para için yazmak zorunda değil.
Denemelerinizin birinde “yazmanın amacı, hayatta kalmaktır” diyorsunuz. Yazınsal olanı bu bağlamıyla ele aldığımızda “direniş”i sembolize ettiğini söyleyebilir miyiz? İnsan, teslim olmamak, karşı durmak için varoluşunu yazı üretmek üzerine şekillendirebilir mi?
Yazmanın amacı hayatta kalmaktır, evet, bunu bir kişi için söylemiyorum. İnsan için. İnsanlar birbirlerine hikaye anlatmak zorundadırlar. Zorunlu yani. Kral Midas hikayesini düşünün. Çevresinde kimseyi bulamıyorsa, sözünü söylemesi yasaklanmışsa, insan gider hikayesini bir kuyuya anlatır. Çünkü zorunlu. Başka türlü insan varolamazdı. İnsanı insan yapan hikayelerdir. Bu nedenle yazarın yaptığının da büyük bölümü içgüdüye dayanır.
“İnsanın imlası bozulmuştur”
Yazdıklarınız, bu aralar sıkça kafamda dönen yazı ve meslek mefhumlarının karşılaştırmasını hatırlattı bana. Bir kitabı okumadan önce yazarın özgeçmişine baktığımda, mesleğini öğreniyor ve yazdıklarından o mesleğin özelliklerini, bilgeliklerini arıyor, izdüşümlerin peşine takılıyorum. Meslek yazınsal olanda ne derece etkili sizce?
Yaşadıklarını yazan (olumsuz düşünmüyorum bu konuda) yazarların meslek hayatları da elbette yazdıklarına yansıyacaktır. Uzman olduğu konularda ayrıntıya girecektir. Eline çok hakim olamayan biriyse bilgi verip duracaktır. Ama benim “İnsan yazıya dönüşmüştür” sözümün mesleğimle ilgisi yok sanıyorum. Öyle olsaydı herhalde insanın imlası bozulmuştur, gibi bir şey söylerdim. Gerçi bu ikincisi de tamamen doğru.
"İnanç kısıtlayıcı bir şeydir"
Bir denemenizde “Sonradan öğrenilmiş bir dille, edebiyat yapılmaz” derken samimi olanın edebi olana etkisini dile getirdiğinizi düşünüyorum. Edebi ve yaşamsal olan ne denli kesişir sizce?
Bana kalırsa, hem somut anlamda, yani bir yabancı dil öğreniyorsunuz, bununla, hem de sonradan öğrendiğiniz bir alt dille edebiyat yapamazsınız. Yani bunu yine kesinlemiyorum. Örneğin, Ağır Roman’ı o dili bilmeyen birinin yazması hemen hemen imkansızdır. Bu durumda, özellikle genç yazarın kendine sorması gereken şudur; benim dilim nedir? Ben neyi yazabilirim? Yalnızca dil için değil, konu için de geçerli bu bence.
Bir başka denemenizde yer alan “Bireysel özgürlük olmadan sanat yapılmaz” sözü, kuşkusuz ki ekonomiden bağımsız bir anlayışı sembolize ediyor ancak burada tanımladığınız özgürlük anlayışı felsefi olarak yazara ne vadediyor? Özgürlük, bir ruh halidir, diyebilir miyiz?
Elbette. Kendini özgürleştirmeli insan. Neye yönelik olursa olsun; inanç kısıtlayıcı bir şeydir. Onun gölgesi altında sanat yapamazsınız. Ama bana kalırsa, özgürlüklerin en zor elde edileni de budur. Çünkü insan çoğunlukla kimi görüşlerin kendi görüşü olduğu yanılgısına kapılır. (SS/BK)
* Faruk Duman, Yazmalı Defter, Alakarga Sanat Yayınları, İstanbul, 2017