Kurt Cobain'in hemşehrisi Frances Farmer 1914 yılında dünyanın asi çocuk yetiştirme merkezlerinden Seattle'da dünyaya geldi. Orta sınıftan bir ailenin çocuğuydu. Annesi kentin bilinen simalarından, eylemci bir kadındı. Frances onu yaşamını mahveden insanlardan biri olarak anlatıyor özyaşamöyküsünde. Daha küçük yaşlarda annesiyle baş etmesini öğrenmesi gerekmişti. Baskıcı, güçlü karakterli bir anne ile sakin yapılı ama zeki olduğu her halinden belli kız çocuğu arasında yaşanabilecek türlü bilindik gerilimler Farmer ailesinde de yaşandı. Anne Lillian Farmer kentteki bütün toplumsal olaylarla ilgileniyor, kimi etkinliklerde başı çekiyordu. Neyin "Neden Olduğunu Bilmek İsteyen Anneler" adlı bir kulübün de başkanıydı. Kentteki ekmeklere katkı maddesi konuyor diye yapılan eylemlerde ön plana çıkmıştı.
Feminist anne
Frances da, annesi de yazar olmak istiyorlardı. İkisi de yazar filan olmadı.
Lilian Farmer feminizmle ilgilendi, boşanma davasını üstlenen kadın avukat dönemin önde gelen feministlerindendi. Lilian'ın kadın hareketiyle bir türlü bir dengeye kavuşamamış ilişkisinde, Hollywood'un ilk feminist kadın yıldızlarından birinin annesi olması ve onu kendi eliyle tımarhaneye kapatmasının yeri neydi?
Frances Farmer'ın Lilian'ın kızı olduğu ve hep de öyle kalacağı gerçeği Seattle'ın başına patladı. Frances 21 yaşındayken Sovyetler Birliği'ne seyahat kazandı. Solcu gazetelerden birine çok sayıda abone bulmuştu ve gazete ödül olarak onu Sovyetler'e göndermek istiyordu. Frances gazeteci olmak isteğiyle öğrenimine devam etmiş, drama sınıfında parlayıp tiyatroya geçiş yapmıştı. Sovyetler'e gitme isteğini komünizme duyduğu ilgiyle açıklamak istemediği için, oraya Rus tiyatrosunu incelemek için gideceğini söyledi.
Tanrının öldüğünden söz eden kız
Lilian kızının Sovyetler'e gitmesine şiddetle karşı çıktı. Seattle'daki milliyetçi yerel basını arkasına alarak komünistlerin Amerikan gençliğini zehirlemek istediği yolunda fikirler beyan etti. "Gerçek bir vatansever" olarak bu gidişe karşı çıkılması gerektiğini öne sürerek kampanyalar açtı. Frances zaten sabıkalıydı. Orta okulda tanrının ölümünden söz eden bir kompozisyonla edebiyat ödülü kazandığında kentte yer yerinden oynamıştı. Gazete başlıkları şöyle duyurmuşlardı olayı: "Tanrının öldüğünden söz eden küçük kıza ödül verdiler". Oysa kompozisyon gayet çocuksu ifadeler içeriyor, arkadaşının anne, babasını aniden öldürebilen bir tanrının bütün insanları eşit biçimde sevemeyeceği düşüncesinden söz ediyordu. Frances daha o günlerde mimlendi. Seattle onu işaretledi, adının altını koyu kırmızı renk yazan bir kalemle çizdi. Sonrasında aynı çocuk için yeni bir skandal pompalanmaktan çekinmedi.
Frances Lilian'ın kızı olmaktan vaz geçerek/ vaz geçemeyerek (hem annesini kırıyor, hem de tam onun gibi inatçı davranıyordu.) Rusya'ya gitti. Döndüğünde Lilian'ın kızı değildi. Sessizleşmiş, içine kapanmıştı. Annesininkilere hiç benzemeyen bir derdin içine düşmüştü. İnandıklarından hiç vazgeçmeyecek ve kendisine mutlu bir masal prensesliği sunan Amerika'nın "iyi kız"ı olmayacaktı hiç bir zaman.
Ve Hollywood
Hollywood'a adım attığında oranın çok dışındaydı. Sürekli dışında kaldığı bir dünyada kısa sürede yıldızlaştı.
10 Temmuz 1936'da Seattle gazetelerinden birinde şöyle bir haber yer alıyordu:
"Stüdyolar kapılarını genç yeteneklere açıyor. Washington Üniversitesi'nde öğrenci olan ve sinemadan umudunu kesip tamamen tiyatroya yönelmeye başlayan Farmer bir deneme çekiminde yönetmenlerce keşfedildi. "Too Many Parents" adlı filmde başrollerden birine seçildi."
Frances Farmer'ın parlak sinema kariyeri bir rastlantı gibi başladı. Oysa kısa zaman içinde geldiği yer onun kendini rastlantıların akıntısına bırakmadığını gösterecekti. Bir gün gelip "Şu an bulunduğum yer rastlantıyla ulaştığım bir yer değil," diyecekti. "İğneyle kuyu kazdım.... Mayoyla fotoğraf çektirmemi istediler. Mayolu fotoğrafımın oyunculuğumu kanıtlamayacağını bildiğim için böyle bir şey yapmadım. Kaşlarımı kazıdılar. Bunun beni kendimden uzaklaştırdığını anladım. Kaşlarımı geri aldım."
Sarışın yıldız evlendi!
Yirmi iki yaşındaydı. Bir aktörle, Glenn Erikson'la evliydi. "Sarışın Seattle'lı yıldız evlendi" diye duyurdu basın bu haberi. "Annesi Lilian Farmer damadıyla henüz tanışmadığını açıkladı." (Lilian kızıyla uğraşmaktan hiç vazgeçmiyordu.) Sinema dergileri onun peşinde koşmaya başlamışlardı. Yeni bir yüzdü, ilgi çekici bir kişilikti. Paramount Stüdyoları yeni anlaşma yaptığı yedi genç kadından en gelecek vaad edeni saydığı Farmer'la yakından ilgileniyordu. Basın ona Sindrella diyordu.
1937'de ondan "Broadway'in aranılan yüzü" diye söz ediliyordu. Broadway'de sahnelenen Golden Boy ona prestijli bir ün kazandırmıştı. Lorna Moon rolüyle göz doldurmuştu.
Tehlikeli solcu
Hollywood'un partilerine uzak yaşamı ise merak konusuydu. Evine girebilen gazetecilerden biri onun sade ve yalıtılmış yaşamından övgüyle söz ediyordu: "Kocası ve köpekleriyle kitaplarla ve müzikle dolu bir yaşam sürüyor.... Evi müzikle dolu. Frances yüksek sesle şarkı söylemeyi seviyor.... Hemen her konuda sol fikirleri var. Sizden farklı düşünmesine rağmen hoşlanıyorsunuz ondan, ona saygı duyuyorsunuz....." Onu Hollywood için tehlikeli kılan da buydu. Büyüleyici güzellikte ve tartışılmaz yetenekte bir kadın olmasının yanı sıra insanları kendi "sol" fikirlerine saygı duymaya yöneltebilecek kadar etkileyici bulunması. Kendi inandıklarındaki ısrarı. Gösteri dünyası bu kadarını kaldırabilir miydi? İyi fotoğraf veren ve her rolün altından kalkan bir kadının, kısa sürede bu kadar hayranlık toplayan bir kadının 1 Mayıs gösterilerinde ve kadın sığınma evi projelerinde işi neydi?
Makyajsız yüz, ikinci el araba
Frances kazandıklarını mağdur hemcinsleriyle paylaşmayı tercih ediyordu. Kameraların önünde istenilen rolleri oynuyordu. Setten ayrıldığında o bir marksist-feministti.
Marylin Monroe'yu "aptal sarışın" kişiliğine hapseden ve asla başka bir şey olarak görmeyecek kadar tüketen setler, ondan daha önce çıkış yapan uzlaşmaz bir kadını nereye koyacağını bilemedi. Paramount Stüdyoları Frances'ı uyarmaya başladı. Kocaman botları, kirli, ikinci el arabası, buruşuk pardesüsü yüzünden uyarıldı. Onu çekip, "Sinema izleyicileri gözdelerinden daha fazla özen beklerler" dediler.
Sokakta makyajsız dolaşmaması, lüks arabalarla gezmesi, her zaman sahnedeymiş gibi davranmasıydı istenen. Bu gün Paramount'un filmlerini izlerken insanın içi acıyor. Frances Farmer'a Hollywood'u dar eden Paramount zihniyetiydi.
Akıl hastanesine giden yol
Frances'ın Hollywood'la ilişkisi gün geçtikçe kötüye gitti. Kapılar yüzüne kapanmaya başladı. Farmer da yüzünü tiyatroya döndü. Theatre Group'a katıldı. Paramount yetkililerinden biri onu sokakta asla süslü şapkalar takarak dolaşmadığı için ayıpladığını açıkladığından beri, yolların nereye doğru ayrıldığı belli olmuştu. Farmer'ın terk ettiği yolların da kimlere kaldığı belliydi. 1942'de alkollü araba kullanmaktan tutuklandı. Çıkarıldığı mahkemede polislere "Sizin hiç kalbiniz kırılmadı mı?" diye bağırdı. Mahkeme onu 18 ay hapse mahkum etti. Kefaletle tutukevine girmekten kurtuldu ve şartlı tahliye oldu. 1943'te saldırgan davranışlar sergilediği bahanesiyle şartlı tahliye geri alındı. Çıkarıldığı mahkemede gerçek bir ayrımcılık ve faşizm uygulandı. Mahkeme, başka oyunculara sonuna kadar gösterilen müsahamayı ondan esirgemekle kalmadı, Frances'ı bir kadın, bir marksist olarak da yargıladı. Akli dengesinin yerinde olmadığı tespit edildi ve ailesinin onu akıl hastanesine yatırması önerildi. Ailesi dışında, yakın çevresi onun deli olduğu fikrini kesinlikle kabul etmiyordu. Sıradan bir sinir bozukluğu, çok bilindik bir depresyon haliydi Frances'ın yaşadığı. Ama Camille Claudel'le, Zelda Sayre'la benzer bir yazgıdan kurtulamadı. Lilian Framer hasta olduğuna inandığı kızının yasal vasisi olarak onu Washington Devlet Hastanesi'ne yatırdı.
Tanrı için ben hiç yoktum!
Kısa aralıklarla akıl hastanesine yatırıldığı bu dönemde "lobotomi" ye maruz kaldı, hastanelerden birinin yakınındaki askeri üste kalan askerlerin tecavüzüne uğradı. Frances Farmer 1970'de gırtlak kanserinden öldüğünde elli altı yaşındaydı ve yalnızdı. Riskli bir yatırıma yönelmiş ve varını yoğunu kaybetmişti. Kent dışında bir evde kedileri ve köpekleriyle yaşıyordu.
"Benim için bir tanrı var ama tanrı için ben hiç yoktum" Frances Farmer özyaşamöyküsüne bu sözlerle bitirirken tanrıya seslenen ve karşılık bulamayan Sylvia Plath'a ve Anne Sexton'a gönderme yapıyordu.