Emrah Polat’ın “Yüzler” adlı romanı, Nisan 2017’de İletişim Yayınları etiketi ile yeniden basıldı. Yüzler, yolları hayatlarının bir döneminde kesişmiş üç kişinin (Arif, Nazım ve Orhan) oturup bir şeyler yiyip içmeye karar vermesiyle başlayan olayları anlatıyor.
Hayata hep yenik başlayanların ve her durumda kaybedenlerin hikâyesi Yüzler. Kitabın birinci baskısındaki ana hikâye, kahramanlar ve kurgu korunmuş olmakla birlikte, ilk baskıya göre metin değişikliğe uğramış, hafiflemiş ve anlatı oldukça zenginleşmiş.
“Hepimiz en az ikiyüzlüyüz!” cümlesiyle oldukça çarpıcı bir biçimde açılan roman, son bölümde Friedrich Hölderlin’in “Tüm erdemlerimizin başlangıcı kötülüktedir” sözüyle devam ediyor. Okuyucu daha en başında bunun “aldatma, ikiyüzlülük ve kötülük” üzerine gerçekçi bir roman olduğunu hissediyor, sayfalar arasında ilerledikçe de kötülük kahramanların, dolayısıyla da okuyucunun yakasını hiç bırakmıyor.
Emrah Polat ile Yüzler, romanları, gündem ve edebiyat üzerine söyleştik...
Ne değişti de Yüzler’i yeniden kaleme alma ihtiyacı duydunuz? Bir yazar basılıp çıkmış bir kitabını daha sonra ne kadar değiştirebilir, değiştirmeli midir? Metinlerin “dokunulmazlığı” ya da “bitmiş metin” hakkında neler söylersiniz bizlere?
Öncelikle kitaba bakışım değişti; çeşitli nedenlerden dolayı “bitmemiş”, “eksik” görüyordum metni. Bu eksiklik hissini de telafi etmek istiyordum doğrusu. Yeni yayıneviyle birlikte böyle bir imkan doğdu. Romanı yeniden ve kapsamlı olarak ele aldım. Ancak yeni baskılarda böylesi kapsamlı bir değişiklik olmayacak. Belki söz dizimi, sözcük seçimi düzeyinde olur; o kadarı her romanın yeni basımında oluyor zaten.
Romanlarınız ve öyküleriniz özünde Ankaralı özelinde Seyranbağlı, Mamaklı, Esatlı, Tunalı Hilmili, ODTÜ’lü vb… Karakterlerinizin çoğu şu “karaktersiz” diyebileceğimiz türden bıçkın, külyutmaz, şeytana pabucunu ters giydiren, para için takla atan, küfreden, alavere dalavere peşinde koşan kişiler ve tutunamayanlar. Ankara’dan “iyimser” bir roman kahramanı veya “mutlu son” çıkmaz mı?
Çıkabilir doğrusu ama “dışarıya” bakınca gördüklerim bunlar benim. Kiminin küçük hayatlar deyip yok saydığı, üzerinde durmadığı hayatlar. Aslında roman kişilerinin çoğunda bir “yırtma”, sınıf atlama telaşı oluyor bende... Bu telaş, olay örgüsüyle birlikte düşününce bazen ironik bazen de trajik sonuçlar doğuruyor; gülmek ile ağlamak arasındaki mesafenin sanılandan kısa olduğuna inanırım doğrusu. Romanlarımda böylesi bir yazma tarzı, kendiliğinden açığa çıkıyor diyelim.
Karakterleriniz kötülük peşinde, karanlık ve ikiyüzlü olsalar da bu aslında anlaşılabilecek bir durum. Değişen zamana, değişen siyasi koşullara, değişen ekonomik koşullara ve özel hayatlarındaki çalkalanmalara adapte olmaya, “hayatlarını öyle ya da böyle sürdürebilmeye” çalışıyorlar. Geçen zamanla birlikte karakterler de değişime uğrasa da, eninde sonunda kaybeden olmaktan kurtulamıyorlar. Bu edebiyatımızda yeni bir “kentsel gerçekçilik” akımı olabilir mi?
“Akım” gibi iddialı etiketler kuşkusuz zamanla eleştirmenler tarafından benzer özellikleri taşıyan romanları tasnif etme gereği sonucu açığa çıkarlar biliyorsunuz…
Kent yaşamı için şunu söyleyebilirim, aslında kent sosyolojisinin alfabesidir de bu; kentte birey bölünmüş ve farklı yüzleri arasında bocalar olmuştur. Kentteki en başarılı insanlar, bu farklı yüzleri iyi bir biçimde idare edebilenlerdir. Esasen ikiyüzlülüğün layıkıyla idare edilebildiği yerlerdir kentler. Evde başkayızdır, işte başka, arkadaşlar yanında başka, kendi içimizde bambaşka gibi… Bu özellikler elbette kırda da vardır ama derinliği sathi, etkisi hafiftir… “Yüzler”, biraz da bu konular arasındaki farklılıklara odaklanıyor.
Yüzler’in üslubu ve dili oldukça samimi ve soğukkanlı. Sanki anlatıcı karşımıza oturmuş da, o anlatıyor biz dinliyoruz hissine kapılıyor okuyucu. Arada bir kafa bile sallıyoruz anlattıklarına. Gündelik hayatta çokça karşılaştığımız, kadınları aşağılayan ve nesne olarak gösteren sert eril dilin son zamanlarda edebiyatımızda kullanımı daha çok mu arttı? Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum.
Ne kadar dikkatli olmaya çalışırsam çalışayım, “erkek dünyasında” kadının rolünü, algılanışını biliyorsunuz; fevkalade olumsuz maalesef. Bir de anlattığım insanları düşünün, kentin çeperinde yer alan, merkeze yürümek isteyen insanlar bunlar. İstisnalar olmakla birlikte kadınlarla kurdukları ilişki, onlara öğretildiği gibi… Bir şeyi anlatmakla ona inanmak bir ve aynı şey olmuyor malum. Biliyorsunuz diyaloglarda roman kişileri, gövde metinde yazar “konuşur” ve konuşurken bile onu bağlayan şeyler vardır; nihayetinde kurmaca bir metin üretiyoruz ve onun kurallarına uymak durumundayız.
Köpek Adamlar, Alocu Tilkinin Serencamı romanlarınızın geçtiği Ankara’da çok bildik mekânların önünden geçerken içeriye doğru eğilip “şu şerefsiz dolandırıcı hala orada mı acaba?” diye baktığımı anımsıyorum. Ya da “Gelidonya Feneri diye bir yer gerçekten var mı Abdullah Cevdet Sokak’ta? Şu soyulan Ziraat Bankası Esat Şubesi nerede?” diye merak ediyorum. Romanlarınızı, öykülerinizi böylesine gerçekçi kurgularken nasıl bir yol izliyorsunuz? Gidip o mekânlarda bir ön araştırma yapıyor musunuz? Ya da köpek dövüştürenlerle vakit geçiriyor musunuz?
Romanın amaçlarını gerçekleştirmeye yarayacak ölçüde araştırma yapıyorum elbette, yapmak da zorundayım; yazarın görevlerinden biri, araştırma sürecini layıkıyla gerçekleştirmek. Gerçek mekanların, gerçeklik duygusunu arttırdığı bilinen bir doğru. Bazen, olayın geçtiği yere gider saatlerce sağı solu seyreder, fotoğraf çekerim. Yüzler’de de böyle birkaç yer oldu; örneğin Seyranbağları sırtlarından İncesu’ya doğru gecekonduların sıralandığı yer…
Otuz yıl öncesini düşündüm buranın, mesela insanlar evlerine nasıl kömür taşırdı; araba inmez oralara, hem diktir hem dar o sokaklar. Yaşlı biri hastalansa ne yaparlardı mesela… Romancının görevlerinden biri de doğru sorular sorabilmektir.
Dönem dönem Ankara’da roman ve edebiyat atölyeleri yürütüyorsunuz. Biraz roman ve öykü atölyelerinden, iyi bir okur olmaya ya da yazmaya gönül verenlere önerilerinizden bahseder misiniz bizlere?
Atölyeler insanı motive ediyor. Hem katılımcılar yeni şeyler öğreniyorlar hem siz; öğretirken öğrenmenin pedagojik geçerliliği olduğuna inanırım. Önümüzdeki yıl için özel bir üniversiteden teklif var, yazma derslerine yeniden başlayabilirim…
Bu tür atölyeler yoluyla katılımcılara bilgi ve deneyim aktarılıyor, bir tür beceri veriliyor, onların alacağı yol kısaltılmaya çalışılıyor, ama son söz katılımcınındır her zaman; yeteneği varsa ve yazar olmak istiyorsa bunun “nasıllığını” karşısına çıkan her durumu fırsata çevirerek öğrenir; bu atölye de olur, okuduğu bir roman da.
Yazmak isteği ve yazmaya karar vermek bir sabah ansızın kapınızı mı çaldı? Bir söyleşinizde “Yazmaya değer büyüklükte rezil anılarla doludur hastaneler” sözünüzü çok çarpıcı bulmuştum. Emrah Polat’ı neler, kimler, hayat nasıl etkiler, neden ve nasıl yazar?
Yazarlığı seçmezsiniz, yazarlık sizi seçer bir bakıma. Yazarın elinden gelen, ona layık olduğunu ispatlama gayretinden başka bir şey değildir. Bazen gayret de değildir bu, insiyaki bir durumdur, bir tür çabadır; boğulmamak için çırpınmak gibi bir hareket. Benimkisi çabaya girer doğrusu… Hep roman yazmak istedim. Hayat biliyorsunuz; iş, güç… Öyle bir an geldi ki, bu dehşetli bir yalnızlık, çaresizlik ve kuşatılmışlık anı aslında, yazar olmak dışında bir seçeneğim yoktu ya da yazarlık beni seçti diyelim…
Geriye dönüp baktığımda şanslı sayıyorum kendimi, nihayetinde çok az insan sevdiği işi yapıyor. Şu da bir gerçek ki yazmak ve yaşamak arasında ters orantı var. Keşke böyle olmasaydı, ama bu iş yalnızlık gerektiren bir iş...
Neyin beni etkilediğine gelince, sıradan görünen bir nesne ya da durum bile etkiler; onu, işe yarıyorsa, uygun bir yerde “kullanırım”. Hayatla roman arasında ilginç bir ilişki bulunuyor; yaşadıklarınız, gördükleriniz, duyduklarınız bir biçimde yazıya sızıyor. Buna -seçici ve denetimli bir biçimde- imkan tanımak lazım.
Ülkemizin her daim toz duman gündemi ve bunun edebiyata etkileri üzerine bir şeyler söylemek ister misiniz?
Doğrusu, “Enseyi karartmamak lazım!” derim. Bir yazar için bulunmayacak günlerden geçiyoruz; görmesini, yazmasını bilene tabii. (SG/YY)