Son romanı "Pinana" ile kadınlık hallerini, dayanışmayı anlatan Gazeteci Yazar Ayşe Başak Kaban ile kadın ve annelik üzerine söyleştik.
Kaban, ülkede kadın mücadelesinin geriye düşmeden ve giderek büyüyen tek mücadele olduğunu söyledi. Şeriat nedir, ne değildir tartışması," Afganistan olur muyuz?" endişesi karşısında, en önemli gücün, kadın mücadelesi olduğuna inandığını belirten Kaban, kadına dayatılan annelik rolünün ise sistemin sigortası olduğunu söyledi.
Kendisinin bilinçli bir şekilde çocuk sahibi olmadığını, her kadının annelik içgüdüsüyle doğduğuna inanmadığını kaydeden Kaban'a göre Türkiye'de gericilik zayıf bir damar ve karşısında kadınların baş eğdirmedikleri inatları duruyor.
Şeriat tartışmalarının da üst düzeyde yapıldığı bu dönemde kadın hakları, insan hakları konusunda daha da gerileme kaygısı yaşıyor musunuz? Afganistan olma korkusunu paylaşıyor musunuz?
Bundan 5 yıl önce olsa asla korkmuyorum derdim ama şu an için ülkede neyin ne olacağı, nasıl şekilleneceğine dair müthiş bir belirsizlik var, hiç bir şeyi öngöremiyorum. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumda asla taviz vermeyen, geriye düşmeyen ve giderek büyüyen tek mücadelenin de kadın mücadelesi olduğunu düşünüyorum.
Kadınların dayanışması ve istediklerini elde etmek için giderek kendini büyüten bir mücadele var. Diğer taraftan yaşanan başka gerçekler de var. Can Atalay'ın hala hapishanede tutulması, anayasanın delinmesi, anayasa mahkemesinin görmezden gelinmesi var. Bu taraftan bakınca da bir korku bir endişe oluyor ama şunu biliyorum kolay olmaz.
Gazetecilik kariyeriniz nasıl sonlandı? Nerelerde çalıştınız? Neden ayrıldınız?
10-12 yıl gazetecilik yaptım. TV'de çalıştım, radyo programcılığı, metin yazarlığı, muhabirlik, haber müdürlüğü yaptım. 2001 krizinde bankaların basın kuruluşlarına el koyması döneminde işsiz kaldım. Bir dönem İstanbul'a 32'inci Gün'e gittim ama İstanbul çok korkuttu beni. Anne babam emekli öğretmendi. Kırtasiye dükkânları vardı.
Orda takılmaya başladım. O dükkân da ekonomik nedenlerle belirsiz bir durum alınca bunu bir fırsat olarak gördük ve Datça'ya geldik. Gazeteciliği çok özlüyorum, devam etmeyi çok isterdim. Bahsettiğim şeyler artık çok hayalî tabi. Etik olarak A Haber ile Halk TV arasında çok fark yok. Gazetecilik yapılan çok fazla mecra kalmadı.
Gazetecilik geçmişiniz yazarlığınızı nasıl etkiledi? Eş zamanlı mı başladı yazma faaliyetiniz?
Tamamen sektörün dışına çıktıktan sonra başladı. 2009'da ilk öykümü yazdım. Varlık Dergisi'nde yayınlandı. Bir şey üretmemek bir süre sonra rahatsız etmeye başladı, gazetecilik ciddi anlamda bir beyin işçiliği. O boşluk beni rahatsız etti.
UMAG seminerlerine katıldım. Ciddi bir ücreti vardı ve ben de işsizdim. Bir öykü yazıp yolladım, param yok ama burs verirseniz katılmak isterim dedim. Kabul ettiler. Koştura koştura Ankara'ya gittim. Mehmet Eroğlu'ndan eğitim aldım. Sonra yazmaya devam ettim. Ermeni bir dede ve torunu anlatan bir öyküm Ümit Kaftancıoğlu ödülünü aldı bu da benim için ciddi bir motivasyon oldu.
Gazetecilik erkek egemen bir sektör. Müdürler, yayın yönetmenleri genellikle erkek. Çalıştığınız dönemde bunun dezavantajlarını yaşadınız mı? Mobbinge uğradığınızı düşündünüz mü?
Defalarca uğruyorsunuz aslında habere gittiğinizde, iş yerinizde, yaşadığınız şeyin taciz olduğunu, o dönem tabi çok gençsiniz, neyi nasıl değerlendirmek gerektiğini çok bilmiyorsunuz, "ben mi kötü niyetliyim?" diye düşünüyorsunuz, o dönemde mobbing nedir bilmiyorsunuz. Hala bu şekilde devam ettiğini düşünüyorum aslında ama bizden sonrakilerin, şimdiki neslin bu konuda daha net ve bilinçli olduklarını düşünüyorum.
Yayıncılık ve yazarlık alanında durum nasıl? Kadın yazarın haksızlığa uğraması söz konusu mu?
Bu tarafı hep büyülü ve steril bir ortam gibi düşünürdüm. Ortaya iyi bir şey koyduğunuzda mutlaka değerlendirilir diye düşünürdüm ama burada da bir çetenin, bir kaç çetenin olduğunu gördüm. O çeteden değilsen, onların arkadaşı değilsen, görünmüyorsun. Yine de sosyal medyanın etkisiyle bir kırılma olduğunu söyleyebilirim.
Okuruna ulaşıyorsan okur da sana ulaşıyor. Bunun dışında kadın dayanışması kendisini burada da gösteriyor. Yayınevi senin elinden tutmuyorsa, görmezden geliniyorsan bir kadın elinizden tutuyor. Erkek egemen bir alan ancak yavaş yavaş değişmeye başladı, yayınevlerinde çok sağlam kadın editörler var, kadın yönetmenler var artık.
"Birimizin başına bir şey geldiğinde ilk koşacakların kadınlar olduğunu biliyorum"
Pazarda olmak nasıl bir şey? Beyaz yakalı bir kariyerin ardından bir yabancılaşma durumu oluyor mu?
Pazarda olmak sosyal deney açısından güzel. Büyük bir laboratuar gibi çok insan tanıyorsun, çok farklı sosyoekonomik gruplardan insan tanıyorsun ama çok zor bir şey. Gün doğmadan pazarda oluyorsun. Tente açılacak. Yazın çok daha uzun saatlerde, sıcak havada pazarda oluyorsun, tabi beyaz yakalı olmanın konforu yok.
Dükkân tecrübesinden dolayı büyük bir yabancılaşma olmadı. Ama tabi bu arada insanların nasıl kaba, sinir bozucu olabildiklerini de görüyorsun. Bir takım insanların nasıl hoyratça davranabildiklerini görüyorsun. Paranın el değiştirmesi ve yaşadığımız siyasi iklimin bir yansıması olduğunu düşünüyorum bunun. Daha önce çok tecrübe ettiğimiz bir dönem değil. Belli beşeri kurallarla büyüdük. Sonra bir anda bu kurallara uyan insanların enayi gibi görülmeye başladığı bir döneme geçiş oldu.
"Çocuk sahibi olmamak bir konfor"
Bir çöküş yaşıyoruz ama benim konforum bir çocuğumun olmaması. Bir çocuk sahibi olmayı hiç bir zaman düşünmedim. Her kadının annelik içgüdüsü olduğuna inanmıyorum. Halimden çok memnunum. Bunun bir eksiklik olduğunu düşünmüyorum. Çocuğu olanlar nasıl bu kadar sakin, tepkisiz kalıyor onu da anlayamıyorum.
Geçtiğimiz günlerde oyuncu Gülçin Satıcıoğlu çocuk doğurmama tercihini açıkladığı için ciddi anlamda lince uğradı. Son kitabınızda da öyle bir karakter var. Siz o açıklamayı nasıl değerlendirdiniz? Toplum bunu kadına neden dayatıyor?
Sistemin yürüyebilmesi için kadınların çocuklarının olması gerekiyor, çocuğu olduğu sürece çekip gitmesi mümkün değil. Sistemle inatlaşman, direnmen çok zor.
Çocuğunu korumak zorundasın. Çocuk sistemin sigortası. Bu açıklama tabi ki tepki çeker çünkü bundan etkilenerek çocuk yapmam kararı alanlar olabilir. Bunun için de bu sesin hemen bastırılması gerekir.
Lince uğrayan diğer bir kadın ise oğlu trafik kazasında bir kişinin ölümüne sebep olan yazar Eylem Tok. Kim olduğunu biliyor muydunuz öncesinde? Annelik sıfatının arkasına saklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tanımıyordum. Merak ettim tabi kim olduğunu. Ama bu linçlere karşı soğu kanlı durmayı öğrendim. İlk başta bunu kendi kendimle bile konuşmadım çünkü şuna inanırım; kınandığın yerden sınanırsın, iddiandan vurulursun.
Hayatın seni nasıl bir çukurun içine sokacağını bilemezsin. Ne yaparım diye düşündüm. Ahlaki olarak yapabileceğim, en fazla çocuğumun yaptığını üstüme almak olurdu. Ama sonrasında gördük ki olay tamamen hesaplı. Zenginliğin ve gücün arkasına saklanan bir insan var. Burada tabi babanın olaydaki rolünün hiç irdelenmemesi de dikkat çekici.
Pinana'yı okuduktan sonra kitaptaki mücadeleci ve güçlü kadınların o ünlü pankartta dendiği gibi "Öldüremediğiniz cadıların torunlarıyız" hissi oluşuyor insanda. Yaşasın cadılık diyor musunuz?
Kitabın asıl teması doğum sonrası yaşanan Postpartum psikoz durumuydu. Çıkış noktası bir annenin çocuğunu öldürmesiydi. Neden sorusunun peşine düştüm. Sonrasında olanlar ben çok rahatsız ediyordu. Canavar anne etiketi yapıştırılıyor. Müebbet hapis cezası veriliyor.
Kimse de demiyor bu kadın kafayı yerken diğerleri neredeydi. Bebeğini evde tek başına bırakıp ailesinin yanına giden üniversite öğrencisi haberi çok etkilemişti beni. Oradan yola çıktım. Kadın dayanışmasının çok güçlü bir şey olduğunu biliyorum.
Birimizin başına bir şey geldiğinde ilk koşacakların kadınlar olduğunu biliyorum. O nedenle çıkış noktasını böyle bir hikâye ile çevrelemek istedim. Kitaptaki kadınlar doğaya çok yakın olsun biraz cadı olsunlar istedim. Bu coğrafyanın genlerinde var bu.
(DÇ/EMK)