KCK davasından yargılanan Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB) Yayınlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Ragıp Zarakolu'nun TYB Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri 2014 Ödül Töreni'nde okunmak üzere gönderdiği mesajı yayınlıyoruz.
Aranızda olamadığım için üzgünüm, hepinize en içten selamlarımı iletirim. Ödül töreninin ayrıca düşünce, basın ve yayınlama özgürlüğü için özellikle 80’den bu yana büyük emek harcamış isimlerin konuşacağı bir panelle bütünleşmesine çok sevindim. Böylece Türkiyeli yayıncıların 1960’lı yıllardan beri ülkemizde tabulara karşı verdiği bilinçli mücadelenin, tarihsel deneyimlerin yeni kuşaklarla buluşmasına da olanak sağlanmış oldu.
1975 sonrası Bülent Ecevit’in kısa süreli sosyal demokrat hükümeti sırasında yapılan kısmi bir reform sayesinde, yayıncılar ve gazete yazı işleri müdürleri, yazarları belli olmak koşuluyla, yayınladıkları kitaplardan dolayı sorumlu tutulmaktan kurtuldular ve 12 Eylül askeri rejimi de, elde başka bir yasa olmadığı için buna uymak zorunda kaldı. Ancak cunta yönetimi giderayak, bırakın yayıncıları, kitabı basan matbaayı da yasal açıdan sorumlu tutan bir yasa taslağı hazırladı. 12 Eylül sonrasında hatırladığıma göre Remzi Yayınevi ve birkaç önemli yayınevinin öncülüğünde yayıncılar meslek grubu olarak ilk kez bir araya gelerek, en azından matbaaları sorumlu kılan bölümün yasalaşmasını engellemeyi başardılar, matbaa düzeyinde bir sansür kurulmasının önüne geçtiler.
1986’da ise 30’u aşkın yayıncı bir araya gelerek, Henry Miller’in yasaklanan kitabını yeniden bastılar ve önemli bir sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştirdiler.
1990 yılında, Özal yönetimi, çıkardığı bir olağanüstü SS Kararnamesi ile matbaalara yayınladıkları kitaplardan dolayı sorumluluk getirdi. Ve bunun sansür açısından ne kadar etkili olduğu görüldü. Ama az sayıda da olsa bazı cesur yayıncılar bunu aşmayı başardı. Matbaa bulamayan, Rusya’daki Samizdatlar gibi fotokopi ile yayın çıkardı.
1991 yılında Özal yönetimi, hazırladığı TMK tasarısı ile yayıncıları bu kez çok daha ağır bir tehdit altına sokmaktaydı. Bu tasarıya karşı da uyarılarda bulunuldu ve ne yazık ki, bütün bu uyarılar birer birer gerçek oldu. DGM’lerde görülen davaların yarıdan çoğunun örgütsel ya da şiddete ilişkin içeriği yoktu. DGM’ler neredeyse, gazeteci, yazar ve yayıncılara yönelik özel basın mahkemelerine dönüştü ve heyetler de dava yükü altında ezildi. AYM, bu kanunun bir bölümünü iptal etti, bu durumda yayıncılar TMK karşısında sorumlu tutulamayacaktı. DGM’ler de ilk başta bu yönde karar vererek, yayıncıların beraatine hükmederken, Yargıtayın “ünlü” 9. Dairesinin bir içtihat kararı ile yayınevi sahipleri gazete yazı işleri müdürüne benzetilerek, yani en temel hukuk ilkelerinden biri ihlal edilerek, hüküm tesis olunmaya başlandı.
1994 yılından itibaren yayınevi sahipleri peş peşe cezaevine girmeye başladı. Basın Konseyinin öncülüğünde, [O zamanki sekreter Fikret İlkiz’di] bir araya gelen yazar, yayıncı ve yazar kuruluşlarının çabası sonucu 1995 yılında sağlanan tek iyileştirme ise, görülmekte olan davaların askıya alınarak çok sayıda yayıncı, yazar ve gazetecinin hapse girmesini engellemek oldu.
1994 yılında TMK nedeniyle ilk kez bir yayıncı hapse girdi, 56 yayıncı Bayrampaşa Cezaevi önünde yapılan bir basın açıklaması ile bunu protesto etti. Türkiye Yayıncılar Birliği de kurumsal olarak protestoda bulundu. Uluslararası alanda ise daha önce bu tür davalarla sadece PEN, Amnesty International, Artical 19 ya da İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi kurumlar ilgilenirken, bu kez Uluslararası Yayıncılar Birliği (IPA) olaya müdahil oldu.
Türkiye Yayıncılar Birliği 1995 yılında, yargılanan yayıncılar ve yazarlara yönelik Düşünce Özgürlüğü Ödülünü tesis etti.
100 yıllık geçmişi olan, BM nezdinde danışman kurumu statüsü olan Uluslararası Yayıncılar Birliğinin 1970-1999 yılları arasında sekreterliğini yapan, (bu arada Urallardan Türk kökenli olduğunu belirtmekten hoşlanan) Alexis Koutchoumow da “freedom to publish/yayınlama özgürlüğü” kavramını oturtmakla meşguldü ve PEN ile iyi bir işbirliği geliştirmeye başlamıştı.
IPA da 1994’te verilen mahkumiyet kararını sert bir dille kınadı çünkü “yayınlama özgürlüğü, sadece kendisi ile sınırlı mesleki bir özgürlük değil, demokrasinin temelini oluşturan ifade, basın, yazma ve yurttaşların okuma özgürlüğünün hayata geçmesinde hayati, stratejik bir önemi olan bir işleve” sahipti.
1998 yılında, hem İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin hem de Frankfurt Kitap Fuarının vesilesiyle IPA bir defalığına olmak üzere bir yayınlama özgürlüğü ödülü tesis etti ve Hint Yayıncılar Federasyonunun önerisi ile bunun Türkiyeli bir yayıncıya verilmesini kararlaştırdı.
Gelin görün ki, Türkiye’de Susurluk olayının getirdiği görece serbest ortam Arap Baharı gibi kısa sürmüş, 1000 yıllık bir saltanat ilan eden postmodern 28 Şubat Darbesi gerçekleşmişti. “Şeriatçılığa” karşı olma kisvesi altında, basına ve yayıncılara karşı yeni bir baskı ve davalar dalgası gündemdeydi. 1997 yılını “gıyabi tevkif” kararının altında kaçak geçiren yayıncı, bunun kalkmasına karşın pasaport verilmediği için Frankfurt’taki toplantıya katılamayacaktı. Alman Yayıncılar Birliği bu istisnai yayınlama özgürlüğü ödülü onuruna, o sırada BM’nin ilk insan hakları komiseri olan eski İrlanda devlet başkanı Marry Robinson’un yazdığı bir kitabı 20 bin adet basarak iki dilli olarak yayınladı. Türkiyeli yayıncının onuruna düzenlenen ödül törenindeki sunumu ise Fransız Kültür Bakanı Jack Lang yanında, Salman Rüşdi’nin bir kitabını yayınladığı için düzenlenen suikasttan kıl payı kurtulan William Nygaard yaptı. [Halen Norveç PEN’inin başkanı].
Bu günlerde, Bush döneminde Amerikan PEN başkanı olan Salman Rüşdi, o dönem “yurtseverlik yasası”na dayanarak estirilmeye çalışılan sansürcü anlayışa karşı yürüttüğü mücadeleden dolayı New York’taki geleneksel PEN galasında ödül aldı. Türkiye’de ödül alan dostlarımızla birlikte onu da bu vesileyle kutlamak isteriz.
Türkiye’de yayıncılar, devletin bırakın desteğini, engellerine karşın on yıllardır dünyadaki siyasal, ekonomik, kültürel yayınları izlemede kararlı olmak yanında, kalitede de büyük ilerlemeler kaydettiler. Öte yandan Türkiye, artık bir sektör olan büyük yayınevleri yanında, zor ekonomik koşullarına karşın kültür hayatımızı zenginleştiren, son derece canlı bir bağımsız yayıncılık geleneğine de sahip. Ve onların yayınlama özgürlüğüne sahip çıkıp, onun sınırları zorlamasına hayranlık duyuyorum.
IPA 2005 yılında Yayınlama Özgürlüğü Ödülü’nü kalıcılaştırıp her yıl vermeyi kararlaştırdı. 2008 yılında bunu yine Türkiyeli bir yayıncı aldı. IPA 2007 yılında ise yine bir Türkiyeli gazeteci ve yayıncıya, Hrant Dink’e Rus gazeteci yazar Anna Politovskaya’yla birlikte özel ödül verdi. IPA’nın bir başka özel ödülü ise, 2010 yılında Istanbul TUYAP’ta yayıncı İrfan Sancı’ya verildi. Sancı, törende şöyle konuştu: “Tam bir ironi! Sabah mahkemedeyim, akşam ise burada bana bir ödül veriliyor”. Sancı beraat etti ama ironi bitmedi. Beraati Yargıtay denen müstahkem mevkide bozuldu ve o şimdi yine yargılanıyor.
Bütün bu ödüller, Türkiyeli yayıncıların özgürlük ruhunun, tabulara cesaretle karşı çıkışlarının ve yayıncılık tutkularının dünyadaki meslektaşları tarafından da dayanışma ve takdir duyguları ile izlendiğinin bir kanıtı.
Ama Türkiye’nin adının Çin, Kore, İran, Rusya, Beyaz Rusya, Etiyopya, Eritre, Somali, Suriye gibi otoriter ülkeler ile özgürlükler bakımından ısrarla aynı ligde kalması insana sadece acı ve utanç veriyor. O ülkelerin de çok geçmeden zincirlerini kıracağına inanıyorum.
İşte, Nazım’ın deyimi ile “alnımıza sürülen kara lekeyi” temizleyenler ise, cesur ve onurlu gazeteciler, yazarlar, şairler, sanatçılar ve onların cesur yayıncıları. Siz aynı zamanda ülkenin onurunu temsil ediyorsunuz.
İyi ki varsınız.
1000 yıllık “militer” saltanat iddiaları gibi, 2023’e kadar “sivil” saltanat iddiaları da sökmeyecek.
Türkiye fetihlerle değil, özgürlük ruhunu savunan sizinle gurur duyacak.
“Bir gün mutlaka!” (RZ/EA)