Devrim vurulduğunda biz küçücük birer çocuktuk. Dilimiz tutulmuştu. Devrimler de vurulabiliyormuş diye. Devrimciler ağlamıyordu. Ağlayıp faşistleri sevindirmek istemiyorlardı. Biz küçükler çok ağladık oysa.
Acıyla ilk kez tanışmış küçücük yüreklerimize “ağlamamanın önem ve erdemini” anlatmanın imkanı yoktu.
Göz pınarlarımız kuruyana dek ağladık. Günlerce… Gençler Devrimin doğduğu köyü kucaklayan koca bir dağa bir uçtan diğerine “Devrimler Ölmez” yazdılar bembeyaz kaya parçalarıyla.
Devrim'i vurdular, bir günde büyüdük
Çok uzaklardan, gökyüzünden bile açık seçik okunabiliyordu. Ama 12 Eylül bu yazıyı da vurdu. Gençlerin yüreklerinden gayrı bir yerde izi kalmadı Devrimin. Devrime -bir mezar ne kadar güzel olabilirse o kadar güzel- bir mezar yaptırılmıştı.
Onu da vurmakta gecikmediler. Kısacası Devrim öylesine korkutuyordu ki onları vura vura bitiremiyorlardı.
Devrim Çelenk’i ne zaman düşünsem ne zaman bir şeyler karalamaya çalışşsam onun için, sözcüklerim çocuksu bir dağarcığa çekiliveriyor.
Çocuksulaşıyor yazdıklarım. Biz 1978’de, Diyarbakır’ın o sıcak, henüz evlerde bir telefonun bile olmadığı o uzak 24 Ağustos gününde, kapı kapı dolaşarak nihayet kapımızı çalmaya cesaret eden ölüm haberini aldığımızda çocuktuk çünkü:
“Devrim’i vurdular…”
Bir günde büyüdük. Bir yanımızla da hepten çocuk kaldık. O güzel, o ışıltılı, o muhteşem Devrim’i vurmuşlar… amcamızı, boyuna posuna bakmaya kıyamadığımız, hiç doyamadığımız… Hep o derin, hesapsız, tarifsiz, çocuksu acıyla yaşadık yokluğunu, bu yüzden yetişkin sözcüklerle anlatamıyorum… yetişmiyor sözcüklerim.
Şimdi düşününce inanası gelmiyor insanın, o kadar genç miydi? Benim şimdiki yaşımdan on yıl daha genç? Oysa Devrim Amcamız “dev” gibiydi bizim için.
İstisnasız hepimiz, tüm yeğenleri –ki az buz değildi sayımız- O’na tapardık. İnanılır gibi değil; O vurulduğu yıl doğan en küçük yeğeni Ahmet şimdi onun yaşında…
Çocuğu yoktu. Evlenmemişti henüz. Bu yüzden -bir yeğen olarak- yeğenlerle ölçüyorum acısını…
Telefonda ağabeyim, başka sözcüklerin ardında kederle gizlenmiş sözlerle, “bir şey yapmalı, yoksa O’nu kimse hatırlamayacak” demeye çalışırken, bunları düşündüm.
Otuz yıl olmuş, yaşı kadar yıl… O’nu hiç unutmadık. Acımızın gücüne şaşırarak bir gün bile unutmadık…
Olmayan hayatını kurguladık hiç bıkmadan; “yaşasaydı şu yaşında olacaktı,” “muhtemelen bu grupla hareket ediyor olurdu,” “hayır asla o grup içinde yer almazdı…”. Bir şey sanki biraz daha kesindi; Yaşasaydı Türkiye’de adı “Devrim” olan en yaşlı adam olacaktı. Altmış yaşında bir Devrim!
Bir Nâzım şiiriyle hatırladık O’nu sık sık…
“…
vurdular
kurşun yarası
kızıl karanfil gibi açmış alnında
Istanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.”
Devrim Çelenk’i 24 Ağustos 1978’de, faşistler, Beyazıt’ta vurdular. Görgü tanıklarının ifadesine göre katil Küllük’ten çıkarak Çelenk’in kırmızı ışıkta duran makam aracına yaklaşmıştı.
Katilin kimliği hep “meçhul” kaldı. 12 Eylül öncesi ülkücü hareketin önemli isimlerinin buluştuğu ve gündemlerini kararlaştırdıkları kahvehanenin adıydı Küllük. Beyazıt Meydanı`ndaydı …
Atatürk Öğrenci Sitesi Müdürü, DİSK/OLEYİS üyesi ve bir süre DİSK/Turizm-İş avukatlığını da yapmış olan Devrim Çelenk’in hikayesi gözünü ufuklara dikmiş bir atmacanın hikayesidir. Devrimciliğini belki birgün dava arkadaşları anlatır.
Benim anlatabileceklerim amcasını devrimle özdeş sanan bir çocuğun hatırlayabildikleriyle sınırlı olacak; 1948 yılında Diyarbakır’ın köylerinden birinde, sekiz çocuklu bir çiftçi ailesinin altıncı çocuğu olarak dünyaya geldi.
Doğduğu köyde, değil İstanbul’a gidip hukuk okumak, en yakındaki kentlere gitmeyi bile büyük düş telakki edenlerin sayısı hiç de az değildi o vakitler. Devrim Çelenk gitti…
Adını bile kendi seçmişti. Mahkeme kararıyla çatır çatır bir isim değişikliği yaparak ilk devrimini gerçekleştirmiş, “Devrim” olmuştu.
Bir yıl içinde anne ve babası bile eski adını unutmak zorunda kalacaktı, çünkü başka bir adla seslendiklerinde duymuyor, yanıt vermiyordu.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hiçbir maddi desteği olmaksızın okurken, bir yandan da aynı fakültenin önünde simit, gazete satmaktan gocunmadı.
Yazları Adana’nın sıcakla kavrulan pamuk tarlalarında çalışarak harçlığını çıkarmaktan da… Bir Nâzım şiiri gibiydi hayatı. Denize yürüyen su gibi duru, pırıl pırıldı.
Ne pamuk tarlaları kavurabilmişti gülüşünün güzelliğini ne de simit tablasının ağırlığı bozabilmişti duruşundaki vakarı.
Tek kelime Türkçe bilmeyen bir annenin evladı olarak muhteşem düzgünlükte Türkçe konuşan etkileyici bir Retor’du. Kürtçesinin de mükemmel olduğunu söylerler.
Bu konuda ne yazık ki bir şey yazmaya ehil değilim. Öğrencilik günlerinde pek çok otel ve lokanta işçisini örgütlemiş, Oleyis çatısı altında sendikalı olmalarını sağlamıştı.
İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdiğinde Diyarbakır’a döndü. Üç yıl burada avukatlık yaptı. Yeniden İstanbul’a çağrıldı 1975’te. O çalkantılı günlerde, İstanbul’un O’na ihtiyacı vardı.
Öyle demişlerdi dava arkadaşları. İstanbul’da avukatlığı sürdürdü. Son olarak, dönemin CHP’li Gençlik ve Spor Bakanı’nın ricası üzerine ve Atatürk Öğrenci Sitesi’nde etkin olmaya çalışan faşist çeteleşmeyi engellemek umuduyla buraya müdür oldu.
Göreve başladığı günden itibaren faşist çetelerin hedefiydi. Ölüm tehditleri almaya başladı. Yoluna devam etti. 24 Ağustos’a kadar…
Vurulmasından çok kısa bir sure önce İstanbul’dan nişanlısını alarak Diyarbakır’a, ailesiyle tanışmaya getirmişti.
Bir veda gibiydi gelişi. Diyarbakır’ı karış karış gezdi, doğduğu köye gitti, herkesi görmek, herkesle konuşmak istiyordu.
“Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş / bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş…” şarkısını söylüyordu sık sık sevgilisine bakarak. Uğurladık onları. On beş gün sonra aynı uçakla son kez getirdiler O’nu Diyarbakır’a…
Çocukluğumuz vurulan bir “Devrim” imgesi ile damgalandı. “Devrimler Ölmez” diyorlardı büyükler ama amcamız artık yoktu...(SÇ/EZÖ)