Son zamanlarda yaşanan olayların ve çatışmaların vardığı noktayı pek de şaşırtıcı bulmuyorum. PKK'nin 1 Haziran 2004'te açıkladığı savaşa yeniden başlama kararına uygun bir senaryonun bugün ortaya çıkan sonucudur. Yıllardır sağduyu sahibi birçok insan, endişelerini belirtmişler, işlerin bu noktaya varacağını ve gelinen bu noktanın kaçınılmazlığını dile getirmişlerdi. Ben de şahsen Haziran 2004'ten itibaren çeşitli vesilelerle bu endişeleri taşıdığımı hep ifade etmişimdir.
2002 yılı sonunda AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye'de hükümet zihniyetinde bir değişim yaşanmaya başlandı. Avrupa Birliği uyum süreci hızlandı; bazı demokratik reformlar gerçekleşti ve toplumun günlük hayatında hissedilir değişimler yaşanmaya başladı. Türkiye'nin bir Kürt Meselesi olduğu ifade edildi. Bu gelişmelere paralel olarak Kürtlerde de bir iyimserlik duygusu gelişti.
Ne var ki, Türkiye'de hep tartışılmaz bir konumda bulunan statükocu Kemalist güçlerin de Kürtlerdeki bu iyimserliğin tersine, endişe ve korkuları arttı. Derin devlet olarak ifade ettiğimiz odaklarda, PKK'nin yok olmasını istemeyen önemli güçler vardır ve onlar, ancak PKK varsa yaşayabilirler. Abdullah Çatlı'nın elini kolunu sallayarak en üst düzey bürokratlarla ilişki kurması, Şemdinli'deki iyi çocukların hayat hakkı bulmaları, birçok yurtsever-vatansever unvanlı cinayet çetelerinin varlığı buradan beslenmektedir.
Bölgede 3–4 yıldır sona eren askeri operasyonlar hızlandırıldı ve PKK'nin yeniden sahneye çıkması gerçekleşti. Böylece yıllardır toplum zihnine yerleşmiş olan bölünme paranoyası tetiklendi. PKK yeniden çatışma alanına sürüldü ve askerlerin siyaset sahnesindeki etkinlikleri yeniden hissedilmeye başlandı.
Bu arada Türkiye'nin bir korkulu rüyası daha gerçekleşti; Kürtlerin bir kısmı, yaşadıkları topraklarda nihayet tarih sahnesine çıktı ve Irak'ın yeni oluşumu içersinde anayasal ve uluslar arası hukuk kurallarına uygun bir meşru yönetim oluşturdular.
Bir yandan AB süreci ve askeri vesayet rejiminin sona erme endişesi, diğer yandan asırlardır tarih sahnesindeki yerlerini almaktan mahrum bırakılmış Kürtlerin ortaya çıkması, yıllardır yerleşik bulunan refleksleri harekete geçirdi ve çatışmaları hızlandırdı.
Zaman geçtikçe, bilançolar da kabarmaya başladı ve bu günlere geldik. Şunu da belirteyim ki, Türkiye'de bazı güç odakları, savaşı veya çatışmayı uzun zamandır Türkiye sınırlarının dışına kaydırmak istiyorlardı. Bundan maksat da, hem Türkiye'yi bir savaş ortamında tutarak dünyadan koparmak ve dolayısıyla içine kapanarak statükosunun devamını sağlamak; hem de Irak Kürdistanı'ndaki deneyim ve kazanımları ortadan kaldırmak. Irak Kürdistan Demokrat Partisi Genel Sekreteri Fazıl Mirani'nin 2 yıl önce Serbestî dergisinde yayınlanan bir röportajında da söylediği gibi:
"Türk devleti Irak Kürdistanı'nda PKK ile savaşmak istiyordu, PKK de Irak Kürdistanı'nda Türk ordusuyla savaşmak istiyordu. Eğer amaç bu olmasaydı; Türkiye Kürdistanı'nın dağları Irak Kürdistanı'nın dağlarından daha sarptır; saklanmaya ve gerilla savaşına daha elverişlidir…"
Irak'a girince ne olacak?
Son gelişmeler karşısında, bazı sağduyu sahibi insanlar bile bir askeri operasyonu kaçınılmaz gibi kabullenmiş gibi gözüküyor. Ne var ki, hükümete de şunu sormak gerekmez mi: Bu eylemleri sahneye koyan güçler ve büyük bir gazetede yayın yönetmeni olarak istihdam edilen biri, tam da bugün yapılması gereken şeylermiş gibi önünüze konulan işleri yapmanız için diledikleri zaman bir askeri operasyona karar verebiliyorlarsa, siz orada ne işe yarıyorsunuz?
Irak sınırları içersinde operasyona çıkan askerler, bir mahallenin sokaklarını tutup orada olduğu sanılan kişileri bulacakları bir arama tarama faaliyetinde bulunmayacaklardır. 3–4 aylık bir piyade eğitimi alan askerlerin ellerine tuttukları birer silahla, tanımadıkları bir ülkenin topraklarında veya dağlarında, bilmedikleri bir dilde konuşan insanlar arasında, "İşte aradığımız bunlardı!" diyebilecek yetenekte mucizeler yaratabileceğini beklemek mümkün olabilir mi?
Kaldı ki, Türk ordusu Irak'a girip bütün Irak topraklarını sınırlarına katsa, Kürt sorunu çözülecek mi? PKK'yi yok etmeyi başarsa bile yeni PKK'lerin oluşmasını önleyemez. PKK'lilerin nerede, ne iş yaptıklarını Türk istihbaratı biliyor; PKK'nin toplantılarını izliyor. Her türlü bilgi sağlıyor, ama PKK'lilerin da nerede ne zaman bir eylem yapacaklarını bilmiyor. Bu da ilginçtir.
Oradaki insanların siyasetlerine göre özel kıyafetler yoktur; keza siyasetlerini belirten yaka kartı da taşımazlar. Birbirlerine benziyor, aynı dili konuşuyorlar. Peki, orada PKK'liler, kimlik kontrolü yaparak mı ayırt edilecekler? Sokak ortasında birilerini durdurup şüpheli şahıs muamelesi yapmak ve bundan bir sonuç çıkarmak mümkün olabilir mi?
Ne yapmalı?
Bence Türkiye PKK'den veya yaşadığımız bu süreçten kurtulmak istiyorsa, bunun reçetesi bellidir: Kürt meselesini çözmeye karar vermelidir. Böylece Türkiye yönetiminin bugünkü manada bir PKK meselesi olmayacaktır. Türkiye, Kürtlerle barışık olmayı özümsemelidir. 80 yıllık politikanın sonuçları ortadadır. Önce PKK'yi yaratan sorunları kavramalı ve çözüme yönelmelidir. Kürt sorununun çözüme yöneldiği, problemlerin azaldığı bir ortamda insanlar sormazlar mı: "Bu güne kadar silahla ve şiddetle çözümlenmiş herhangi bir sosyal sorun var mıdır? Dilimi konuşuyorum, kültürel haklarımı kullanabiliyorum ve bunları elde etmek için zaten bir silahlı mücadeleye bile gerek yokken, siz niye hala silahlısınız ve ne için savaşıyorsunuz?"
Sonuç olarak, değerli ve güzel dostum Hale Akay'ın bir İnternet sitesinde Robert Kennedy'nin “Şiddetin Şuursuz Tehdidi Hakkında” başlıklı konuşmasından konumuza uyarladığı çeviriden bir alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum.
"Bu, sadece tek bir etnik kimliğin meselesi değil. Şiddetin kurbanları Türkler ve Kürtler, zenginler ve yoksullar, ünlüler ve adı sanı bilinmeyenler. Onlar, hepsinden de önemlisi, başka insanların sevdiği ve ihtiyaç duydukları insanlar. Hiç kimse – her nerede yaşarsa yaşasın ve ne yaparsa yapsın- şuursuzca dökülen kanın kime zarar vereceğinden emin olamaz.
Neden? Şiddet şimdiye kadar ne yarattı, neyi başardı? Bu zamana kadar atılan hiçbir kurşun öldürülen tek bir kişinin bile davasını susturamadı.
Hiçbir yanlış, isyanlar ve sivil kargaşalar yoluyla düzeltilmedi." (ÜF/TK)