Yıllarca süren ortaöğretim maratonunu başarıyla tamamlayan genç bir yurttaşımız, yüksek öğretim maratonuna başladığı noktada yaşam hakkı gasp edilerek, hayat yarışından men edildi.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A (III) sayılı kararı ile benimsenmiş ve ilan edilmiş olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 3. Maddesi der ki: "Herkesin yaşama ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır."
Beyannamenin başlangıç metninin son paragrafında açıkça ilan olunur ki:
"Genel Kurul,
Toplumun her bireyi ve her organının bu Bildirgeyi sürekli olarak göz önünde bulundurarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye ve ulusal ve uluslararası geliştirici önlemlerle gerek üye Devlet halkları, gerekse bu Devletlerin yargı yetkisi içindeki ülkelerin halkları arasında bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin biçimde tanınıp gözetilmesini sağlayamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için bir ortak başarı ölçüsü olarak bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder."
Bireyin yaşam hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği, taraf olan Birleşmiş Milletler üye devletlerini olduğu kadar, bu devletlerin halklarını yani yurttaşlarını da bağlayan ve sorumlu kılan bir toplumsal sözleşme niteliğindedir.
İnsan hakları, sadece insanların kendi kurdukları devlete karşı edindikleri temel haklar değil, ayrıca birbirlerine karşı da hak ve sorumluluklarını belirleyen, ortak yaşam alanını düzenleyen normlardır. Devletin bu bağlamda ana görevi ise yurttaşları, bu hak ve sorumlulukları benimsemek üzere eğitmektir.
İnsanlık tarihini, bireyler arası ilişkiler ve gelişimi bağlamında ele aldığımızda, devlete yüklediğimiz bu eğitim yükünün, sorumlu yurttaşların oluşumunda gerekli ama yeterli olmadığını açıkça ifade etmeliyiz. Üstelik biliyoruz ki; hakka tecavüz sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin sorunu değildir. Üretime katılma oranının ve üretimden alınan payın görece adaletsiz olduğu her toplumda hak ihlalleri yoğun olarak yaşanmaktadır.
Emniyet Genel Müdürlüğü'nün verileri, dünyanın sayılı metropollerinden olan İstanbul'da yaşanan gasp/soygun olayları ile temelde yaşanan paylaşım sorunlarının yansımasını ortaya koymaktadır. 2004 yılının ilk 7 ayında İstanbul'da faili belli 679, faili meçhul 570 gasp olayı yaşandı. Bu sayı Türkiye genelinde aynı dönemde yaşanan 2 bin 898 gasp olayının yüzde 43'ünü oluşturdu.
Bu veriler bize, Türkiye'nin en kalabalık şehrinde bir güvenlik sorunu olduğunu gösterirken, paylaşım konusundaki adaletsizliğe de gönderme yapmaktadır; çünkü toplumsal adalet, bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde fırsat eşitliğini elde ettikçe oluşan bir hak duygusudur.
Devlet görmelidir ki; bireyler arası hakça yaşam için adil paylaşımın sağlanması şarttır. "Paylaşım"dan kastedilen, salt üretimden alınan pay değil aynı zamanda üretime katılım oranıdır. Her dönemde ve her toplumda sınırını aşan, şu ya da bu nedenle, bir başkasının alanına tecavüz etmeyi öz hakkı sayan bireylere rastlanmıştır.
Ancak, adil paylaşımın sağlandığı bir toplumsal hayatta işlenen suçlar, insanlık tarihi kadar eski "kötülük" güdüsünün caydırıcı şekilde cezalandırılması ile bertaraf edilebilir. Bu noktada hukukun üstünlüğüne inanmaktan başka seçenek yoktur.
Ahmet Hakan Canıdemir, içinde yaşadığı ama tek başına sorumlusu olmadığı bir toplumsal adaletsizliğin ve sorumsuzluğun kurbanı oldu. Son günlerde yaşanan diğer olayların da bir sonucu olarak Hükümet, kapkaç olayları sonucu yaşanan cinayetlerin nedenlerini araştırmak ve önlemler almak üzere, Çocuk ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'dan oluşun bir komisyon kurdu.
Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek, yürürlüğe giren yeni TCK'da kapkaç ve buna bağlı suçları ağırlaştırıcı hükümlerin de bulunduğunu anımsattı ve bu konuda sadece cezai önlemlerin caydırıcı olmayacağı görüşüyle olayların başka boyutlarıyla da inceleneceğini bildirdi.[3] Bütüncül bakış açısı, tüm uyuşmazlıkların çözümüne giden yolda ihtiyaç duyulan temel yaklaşımdır.
Güvenlik hakkı ihlal edilen, yaşam hakkı gasp edilen Ahmet Hakan, ailesi tarafından bağışlanan organları ile başka yaşamlara hayat kaynağı oldu. Bir bireyin, bir ailenin yaşadığı dram, başka birey ve ailelerin buruk sevinci oldu. İnsan olmak işte böyle bir şey, umudun bittiği yerde yeni umutlara vesile olmak. Ahmet Hakan, hayatta kalsaydı, ona yaşam hakkı tanınsaydı da başka umutlara vesile olmaz mıydı? Olmaz olur mu hiç, çünkü insan hayatta oldukça gerçek umudun kaynağıdır.
Asıl düşünmemiz gereken şey şu: Yaşam hakkı elinden alınan bir insanın organlarıyla doğan başka yaşam umutlarını alkışlamak çok insanca ve gerekli bir tepki. Peki; bu tepkiyi göstermekle birlikte, toplumumuzdaki bu güvensizlik ortamının kaynağını düşünmek ve toplumun düşünmesini teşvik etmek, "yaşama hak tanımayan" şiddetin kaynağı üzerine üretilmiş fikirleri okumak, izlemek ve çözüm önerileri getirmek topluma daha da yarar sağlayacak bir açılım olmaz mıydı?
Bu soruları iğneyi size, çuvaldızı kendimize batırarak soruyoruz...(BB)