Kanımca Frantz Fanon'un Yeryüzünün Lanetlileri adlı eseri bu çerçevede değerlendirilebilecek, dünya çapında klasik niteliğini kazanmış olmasına rağmen, Türkiye'de fazlaca bilinmeyen bir kitaptır. İşte bu yüzden bu önemli çalışmanın, yazılışından yaklaşık elli yıl sonra, yaşadığımız günlerin bizleri şahit kıldığı olayları da göz önüne alarak, bir kez daha okunması gerektiğine inanıyorum. Herakleitos'tan beri biliyoruz, aynı nehirde iki kere yıkanılmaz: Zaman akar, tarih kendini bire bir tekrarlamaz. Yine de, bunca yıl sonra bile Fanon'un bugünlere dair söyleyecekleri vardır."
Bu parça, ilk olarak yazarının yakınlarda yayımlanan yeni kitabında yer aldı (Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış: Montesquieu, Tanon, Galeano, Said, Türkiye îş Bankası K.Y., 2004), gündem dolayısıyla da ufak tefek değişikliklerle buraya alındı.
Yeryüzünün Lanetlileri adlı yapıtıyla ele alacağımız Frantz Fanon 1925 yılında Karayipler'de, o tarihlerde bir Fransız sömürgesi olan Martinik adasında doğdu. Ailesinde beyaz ırktan da kimi akrabaları olmasına rağmen, Fanon kara deriliydi, fakat biraz adanın demografik yapısına bağlı özel şartlardan, biraz da ailesinin sosyal statüsünün sağlam olmasından dolayı, Martinik yıllarında bu büyük bir sorun yaratmadı.
Fanon iyi bir eğitim aldı; bu dönemde öğretmeni olan, siyah ırkın haklarının önemli bir savunucusuna, Aimé Césaire'e göre genç Frantz'ın derisinin renginin tam manasıyla farkında olup olmadığı biraz şüpheliydi. (Césaire, ileride Senegal'ın ilk seçilmiş başkanı olacak Léopold Sédar Senghor ile birlikte, Birleşik Devletler'deki Harlem Renaissance'dan etkilenerek Fransızca konuşan siyah yazarlar arasında Négritude [siyahlık] adı verilen edebi akımı başlatmıştı.)
II. Dünya Savaşı'nın patlamasıyla, Fanon'u gönüllü olarak katıldığı Fransız ordusunun saflarında görüyoruz.
Bu aşamada ve hemen sonrasında Fransız toplumu içinde yaşadıkları, yazarın dünyaya bakışında belli bir değişim yaratıyor: Son dönemde birinci elden gözlemlediklerinin ışığında, Fanon artık, ırk ayrımının, bu ayrımın günlük hayatta basit gibi görülüp önemsenmeyen, ama derin anlamları olan yansımalarının farkındadır ve bu ruh haliyle, 1952'de bir başka önemli eserini, kişisel deneyimlerine dayanarak, ırk temeli üzerine kurulmuş iki toplumun arasında, kimlik bunalımı içinde kalakalmış bireyin dramını kağıda döktüğü Siyah Deri, Beyaz Maskeler'i yayımlar. Bu yıllarda Fanon savaş yüzünden ara vermek durumunda kaldığı eğitimini de tamamlamış ve az ileride, hayatında ne kadar belirleyici olduğunu göreceğimiz mesleğini seçerek psikiyatrisi olmuştur.
Fanon bir ölçüde kendi isteğiyle, biraz da tesadüf eseri Cezayir'e, Bilad Hastanesi'ne atanır. Cezayir halen Fransız sömürge yönetiminin kontrolü altındadır, ancak büyük oranda FLN'nin (Front de Liberation Nationale-Ulusal Kurtuluş Cephesi) örgütlediği bağımsızlık hareketi güç kazanmakta, taraftarlarını artırmaktadır. Fanon, adı geçen hastanenin psikiyatri kliniğinde bu savaşın etkilerini, özellikle de işkencenin, hem işkenceye maruz kalan hem de işkence yapan açısından etkilerini gözlemler.
Kalben Cezayir bağımsızlık mücadelesine sempati duymaya başlamıştır, bu sempati giderek artar ve belli bir aşamada, Fanon hastanedeki görevini terk ederek FLN saflarına katılır. Bir süre, doğrudan silahlı mücadelenin içindedir, ancak daha sonra Cezayir dışına çıkarak hareketin mesajlarını uluslararası kamuoyuna' taşımaya gayret eder, bazı platformlarda FLN'nin sözcülüğünü üstlenir.
Yoğun temposunun arasında, Fanon'un sağlığı olumsuz sinyaller vermeye başlamıştır: Yapılan tahliller neticesinde, oldukça genç yaşta kan kanserine yakalandığını öğrenir. Ölümünden önce son çabası Yeryüzünün Lanetlileri adlı, sömürgeciliğin çeşitli yönlerini anlattığı eserini tamamlamaktır. Kitabın tamamlanmasından kısa bir süre sonra, 1961'de hayatını kaybeder; kitap varoluşçuluğun ünlü düşünürü Jean-Paul Sartre tarafından ve onun uzun bir önsözüyle basılır. Yıllardır süren şiddetli çatışmalara karşın, Cezayir henüz bağımsızlığını kazanamamıştır; Fanon'un vasiyeti üzerine, cenazesi ülkeye getirilir ve FLN tarafından düzenlenen gizli bir törenle gömülür.
Yeryüzünün Lanetlileri üzerine söylenebilecek ilk söz, eserin pek çok önemli konuya değinen yoğun bir metin olduğudur, fakat bu konuların bazıları uzun uzun, detaylı bir şekilde ele alınmışken, bazıları şöyle bir dokunulup fazlaca işlenmeden kenara bırakılmıştır. Burada, kişisel değerlendirmeme göre önemli olduğunu düşündüğüm bellibaşlı bazı noktalar tartışılacaktır. (Kitabın burada başvurulan basımları: Les Damnés de la Terre, Jean-Paul Sartre'ın önsözüyle, Paris, François Maspero, 1961; The Wretched of the Earth, New York, Grove Press, 1963.)
İlk planda, Fanon'un çalışmasının onu başka pek çoklarından ayıran özelliği, belli teorik yaklaşımları bir eylem adamının bireysel deneyimleri ile kaynaştıran yapısıdır. Sık sık Marksizmin praksis kavramına vurgu yapan Fanon, bu açıdan bakıldığında hayat hikâyesinin de gösterdiği gibi, ellerindeki konuyu araya belli bir mesafe koyarak, "ilmi", "objektif" kriterlere göre inceleyen pek çok yazardan farklılaşır. Kitabın, özellikle yazarın bir psikiyatrisi olarak mesleki deneyimine dayanan ve savaşın yol açtığı akıl hastalıklarını tarif ettiği beşinci bölümü, sürekli savaş halinin hem sömürgeci hem sömürülen üzerindeki yıkıcı ve kalıcı nitelikli etkilerini anlatan son derece çarpıcı bir şahitliktir.
Fanon'un düşünce dünyasını biçimlendiren ideolojik çerçeve, ağırlıklı olarak Marksizmdir, ancak bu eğilimine rağmen, çağdaşlarının pek çoğunun aksine Sovyetler Birliği modeline karşı biraz mesafeli, hatta soğuk durur. Teorik açıdan, evrensellik prensibine eleştirel yaklaşır ve Marksizmin bazı getirilerini Afrika'nın yerel gerçekleriyle harmanlayarak yeniden formüle etmeyi savunur.
Böylece 1970'lerden, yani "bağımlılık, azgelişmişlik, merkez-çevre" yaklaşımlarının parlak devirlerinden çok daha önce, Avrupa'nın tarihsel evrimini tek mümkün yol olarak gören Batılılaşma/modernizasyon teorisine önemli bir eleştiri getirir. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, bunu yaparken Sovyet yanlısı bir tavır takınmaz: Tüm Üçüncü Dünya'ya ara sıra seslenmekle birlikte, açık biçimde defalarca "Afrika Ulusu"na ya da "Afrika Birliği"ne yönelir. ("Üçüncü Dünya" ifadesi, bugün bazı kesimlerce anlaşıldığının tersine, her zaman hakaretamiz bir kalıp değildi.) Yine de, kitabın sonunda yer alan ve yeni bir dünya "kurmak, bulmak" arzusunu ifade eden çağrısının Afrika'da olsun, dünya ölçeğinde olsun fazla bir yankı bulduğu söylenemez.
Yeryüzünün Lanetlileri'nin bir başka dikkate değer tarafı, yazarın büyük bir beceriyle çizdiği, gayet canlı sömürge toplumu panoramasıdır. Genellikle, sömürge yönetimi altındaki sosyal yapı neredeyse sadece "sömürenler" ve "sömürülenler"den oluşan bir ikilem biçiminde tasvir edilir.
Fakat burada Fanon, her iki tarafı da maharetle bileşenlerine ayrıştırarak, birbirinden önemli derecede farklı toplumsal katmanların varlığının altını çizer. Sömürge yönetiminin kanatları altında palazlanmış komprador burjuvazi; yabancı güçle ittifaka girmiş kabile yöneticileri; dini liderlikler gibi, feodal özellikli geleneksel odaklar; yoksulluk, cehalet veya siyasal bilinç yoksunluğundan dolayı radikal eğilimlere yatkın, ama yine aynı sebepten sömürgeci otoriteyle işbirliğine de açık, şehirlerin çevresindeki gecekondularda yaşayan lümpen proletarya bu karmaşık tablonun bazı unsurlarıdır. Bunlara, Batılı değerlere göre eğitilmiş, ama çatışan iki kültür arasında kimliksiz kalıp bir "bulantı" hisseden yerli aydınlar veya Fransız yönetiminin izlediği politikalara tepki duyarak gitgide "siyahlaşan" beyazlar gibi vurucu örnekler de eklenebilir.
Fanon'a göre, sömürgeciye karşı mücadeleyle bağımsızlığın kazanılması, yani mutlak zafer her şeyin sonu değildir. Bunu söylerken, Fanon'un aklında muhtemelen, şahit olduğu yakın tarihli bazı bağımsızlık savaşları vardır; üstelik zaman içinde, söylediklerinde -Cezayir örneğinde olduğu gibi- ciddi oranda haklı çıkacaktır.
Öngörüsü uyarınca, Fanon'un daha önce devrimin motoru olarak tanımladığı köylüler, mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra sessizce sahneyi terk ederler ve iktidar milli bir burjuvazinin elinde tekelleşir. Sömürgecilik sonrası durumların çoğunda görüldüğü üzere, tercih edilen yönetim biçimi savaş döneminin önde gelen kahramanlarından birinin liderliğîyle sembolize edilen baskıcı nitelikli bir "tek parti" iktidarıdır.
Ancak, bağımsızlığını yeni kazanmış ulusun tüm heyecanına, gayretine karşın, orta sınıfın zayıflığı, altyapının ve bilgi birikiminin eksikliği, uluslararası baskılar, arzu edilen büyük atılımın gerçekleştirilmesini engeller; aslında pek çok şey, özellikle iktisadi yapı, aşağı yukarı aynı kalmıştır. Sıradan insanların hayal kırıklığı yeni yönetimin otoriteryen tedbirleriyle kontrol altına alınır. Bu arada, liderin saygınlığı da yavaş yavaş bir kült halini almaya başlamıştır. Sonunda, sömürgeci gücün kovulmasıyla kazanılan bağımsızlık, çeşitli alanlardaki başarısızlıklarla ağır ağır "uzaktan kumanda" bir sömürgeciliğe geçiş yapar ve yakın geçmişle devamlılık gösterir. Eski kolonyal güç, artık fiziki anlamıyla orada olmasa da, iktidarını büyük ölçüde tekrar kurmuştur. Fanon'un bu söyledikleri, sömürge geçmişi olan çok sayıdaki toplumun tarihinde ufak tefek farklılıklarla gerçekleşmiştir.
Devrim söz konusu olduğunda, Fanon'un köylülüğe kesin bir güveninin olduğu görülür. Bu yönüyle, Marksizmin ana eğiliminden ayrılarak (bu tavrın en keskin ifadesi, Marx'ın 18 Brumaire'de, monarşik bir düzeni geri getirmek isteyen Louis Bonaparte'ı bilinçsizce destekleyen köylüleri kızgınlıkla "patates çuvalları" olarak tanımlamasıdır) ve tartışmasız kafasında Rusya ve özellikle de Çin devrimleri olarak, sömürgecilik döneminde aslında şehirli, nisbi ayrıcalıklara sahip bir sosyal katman olan zayıf, gelişme aşamasındaki proletaryayı bir kenara bırakır, köylüleri öne çıkarır (sözgelimi, köylülük terimini dikkat çekici şekilde "halk" ve "kitleler" sözcükleriyle eşanlamlı biçimde, sıkça birbirlerinin yerine kullanır).
Aslında, Fanon bir yönüyle, köylülerde doğal, bozulmamış ideal insan tipini görme eğilimindeki Aydınlanmanın olumlu köylülük algılamasını paylaşır gibidir; diğer yandan, çok büyük ihtimalle, okudukları arasında Lenin'in yazıları da vardır, belki de bu kanaldan, Lenin'in düşünce sisteminde de tesiri açıkça görülen Rusya kökenli Narodnik (Halka Doğru) anlayışının dolaylı etkisi Fanon'un yargılarına sızmıştır, (der. Robert C. Tucker, The Lenin Anthology, New York, W.W. Norton, 1975, s. xxvi.)
Düşünsel kaynağı ne olursa olsun, pek çok kuramcının yüz yüze geldiği kaçınılmaz soruya Fanon da cevap bulmak durumundadır: Evet, köylülerin toplumsal muhalefetin önderliğini üstlenmesi fikri tartışılabilir, fakat eğer bu gerçekleşecekse, köylüleri harekete geçirecek, ateşleyecek mekanizma nedir?
Lenin, Gramsci ve Lukács gibi, Fanon'a göre de bu mekanizma kırsal kesimde yaşayan kitlelerin "eğitim"ini kelimenin en geniş anlamıyla ele alacak bir partidir (Fanon yazılarında çoğunlukla "organizasyon" tabirini tercih eder).
Ancak, bu kararın alınmasından sonra bile, sorun tümüyle ortadan kalkmaz ve bir sonraki aşamada, yanıtı Fanon'da da pek net olmayan üç önemli soruyu gündeme getirir: ilk olarak, bu bahsedilen süreçte parti saflarında kimler "eğiticiler" olarak görevlendirilecek veya kimler bu misyona talip olacaklardır? Öte yandan, Fanon organizasyonu sık sık "halkın aygıtı," kitlelerin elindeki bir araç olarak tanımlar, o halde birtakım süreçlere katılım hangi yollarla, ne şekilde gerçekleşecektir? Üçüncü nokta ise, doğrudan "eğitim"in kendisine ilişkindir: Eğer "eğitim" sırasında, özellikle de eğitimi verme görevini üzerine alanlar cephesinden, baskıcı ve otoriter eğilimler ortaya konursa, bunlarla nasıl başa çıkılacak, olası sürtüşmeler nasıl önlenecektir?
Şiddetin övülmesi, neredeyse kutsal bir kalıba dökülmesi fikri de Fanon'un düşüncesinde merkezi bir yer tutar. Yazar Cezayir ulusal bağımsızlık hareketinin kullandığı şiddeti sömürgeci şiddetin yansıması, bir nevi geri tepmesi olarak tasvir eder. (Sömürgecilik öncesi Afrika'da şiddet konusu tartışmaya açıktır: Basil Davidson, romantik bir bakışla yabancı güçlerin gelişinden önceki Afrika'yı çok daha şiddete kapalı bir yer olarak gösterir [bu yüzden, Afrikalılarca hayli tutulan bir araştırmacıdır], Mahmood Mamdani ise, bu yargının abartılı olduğunu, şiddetin, yoğun şiddetin Afrika tarihinin bir parçası olduğunu savlar. B. Davidson, The Black Man's Burden, New York, Random House, 1992; M. Mamdani, Citizen and Subject, Princeton University Press, 1996).
Bir yönüyle, yaşanan, belki de Fanon'un yegâne mümkün yol biçiminde gördüğü şekilde, sömürülenin öfkesinin ifadesini bulmasıdır; diğer yandan, güçlünün haklı olduğu mantığıyla şiddetin sömürge yönetiminin meşruiyetini sağlayan temel olduğu düşünülürse, karşı şiddet onun karşısına çıkarılabilecek en ciddi tehdit, en etkili, en açık meydan okumadır, ilk paragraflarda, praksis kavramının Fanon'daki önemine değinilmişti. Fanon şiddeti praksis'in ayrılmaz bir parçası olarak algılar. Ancak, burada bir kez daha çözümü güç bir problemle karşılaşırız: Şiddet bir defa kendini ifade yoluna dönüşürse, artık ondan uzaklaşmak, kaçınmak çok güçtür. Bunun sonucunda, bağımsızlık sonrasında oluşan değişik nitelikteki cepheleşmelerde; ideolojik, etnik, dini veya ırksal çatışmalarda, şiddet her zaman oradadır. Sömürgecilik geçmişi olan çok sayıdaki toplum bu acılı safhayı yaşamıştır.
Son olarak, Fanon'un sağladığı en önemli katkıların birinden söz etmek isterim. Bu safhada, Fanon'un entelektüel kapasitesi kadar mesleki formasyonu da öne çıkar. Fanon sömürgeci gücün yerel halk üzerinde kurmaya çalıştığı kültürel tahakkümü, "hegemonya"yı Edward Said'den çok önce fark etmiş ve galiba, sıklıkla gözden kaçırılsa da, Said'i bu açıdan önemli ölçüde etkilemiştir.
En basitten başlarsak; "tarihi yapan," zamanı ve mekânı kendi algılamalarına, değer yargılarına, yeri geldiğinde çıkarlarına göre tanımlayanlar Avrupalılardır. Sömürgeci yönetimin ordu ve polis gibi kurumlarında sembolize ettiği mutlak güç, aslında Cezayirlilerin beyinlerine ve zihinlerine de uygulanmaktadır. Yerel kültür kademeli olarak, bilinçli bir politikayla Batı kültürüyle karşılaştırılmakta, gitgide değersizleştirilmekte ve sonunda tamamen bastırılmaktadır. Dikkatle, ayrıntılı şekilde düzenlenmiş bir "insanlıktan çıkarma" programı uygulamaya konmuştur: Burada amaçlanan Cezayir'in yerlilerini sömürge yönetiminin değişik kademelerinde görev alan Fransızların gözünde nesneler haline getirmek, onları insandan farklı, insandan aşağı düzeydeki canlılar olarak görmelerini sağlamaktır.
Bilimin kötüye kullanımının uç örneklerinden biri olarak, psikiyatri de az evvel bahsedilen programın önemli bir unsurudur: Bu dönemde, Cezayirlileri doğuştan, suça eğilimli, düşük zihni melekeleri olan insanlar şeklinde gösteren ve aslında sömürge bilimi denebilecek yaklaşımın uzantıları olan çalışmalar yayımlanır (daha sonra, Cezayir Bağımsızlık Savaşı yıllarında psikolojik savaşa da gayet etkin olarak başvurulmuştur). Fanon'a göre, tektanrılı dinlerin ve otantik Afrika inanç sistemlerinin desteklenmesi, hatta kimileri unutulmuş olan ikinci gruptakilerin canlandırılması çabaları, sözünü ettiği programın tamamlayıcı parçalarıdır: Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri, özünde sömürgecilerin varlığının başka bir yansımasıdır; diğer taraftan efsaneler, büyüler veya mistik ayinlerle insanları bir "öte dünya" fikrine yaklaştıran, bir anlamda pasifleştiren yerel inançlar da sömürge yönetiminin kendini rahat hissetmesine, iktidarını sağlamlaştırmasına yardım eder. Bu noktada şaşırtıcı olan Fanon'un -yüksek ihtimalle, Marksist kökenleri dolayısıyla- İslamın bağımsızlık mücadelesinde oynadığı küçümsenemeyecek rolden bahis açmamasıdır.
Görüldüğü gibi, Fanon'un dilim döndüğünce aktarmaya gayret gösterdiğim kitabı, can alıcı sorular soran, klasik nitelemesine hak kazanmış bir eserdir. Bu sorulara verilen cevaplar bazı durumlarda fazlasıyla ideolojik sayılabilir; başka bazı temalar yeterince irdelenmemiş, tam anlamıyla geliştirilmemiştir. Ancak, bir bütün olarak değerlendirildiğinde Yeryüzünün Lanetlileri insanlık tarihinin bir döneminin, kolonyal dünyanın sömürgecisiyle, sömürüleniyle çok başarılı bir tasviridir ve odağında bulunan Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nın ötesine geçen konuları tartışır.
Kitabın bir diğer ilginç yanı, pek çok değişik açıdan okunmaya açık olmasıdır: Örneğin, kitap bir okuyucu tarafından Cezayir ulusal mücadelesinin tarihi olarak görülebilir; bir başka okuyucu için sömürgeci güçlere karşı verilen gerilla mücadelesinin inceliklerini anlatır; bir üçüncü açısından, en cazip kısım Fanon'un psikiyatri kliniğinden naklettiği tıbbi şahitliklerdir. (YS)