Yeni adli yıl her zamanki tartışmalar, eleştiriler ve hatta Beşiktaş’taki eski Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) binası önündeki avukat protestoları ile başladı. Yargıtay’da ise yapılan törende Başkan Osman Arslan’ın yaptığı konuşmanın satırbaşları gazetelere yansıdı.
Gazeteler tarafından özellikle ABD’ye yöneldiği vurgulanan eleştiriler öne çıkarıldı. Yargının çeşitli sorunları, yetersizlikleri ve eksiklikleri var... Bu yazının konusu ise bir süreden beri “adil” yargılanmayı ortadan kaldırmış bulunan bazı yargılamalar; yargının ve Yargıtay’ın özellikle itirafçı tanıkların beyanlarına yaklaşımı.
Terörle mücadelede değişmeyen umut: İtirafçılık Yasası
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri özellikle Güneydoğu'daki çatışma ve savaş ortamı nedeniyle bugüne kadar pek çok “pişmanlık yasası” çıkardılar.
“Terörle Mücadele” adına hazırlanan ve uygulamada “itirafçılık yasası”ndan başka bir anlamı olmayan bu yasaların ilki 1985 yılında iki yıl süreyle sınırlı olmak üzere çıkarılmıştı. Bu yasa 1988'de “Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun” adı altında yeniden düzenlenmiştİ.
Bu yasa daha sonra 1990, 1992, 1995 ve 1999 yıllarında tekrar kabul edildi. En son “Eve Dönüş Yasası” olarak bilinen 4959 sayılı yasa çıkarıldı. Bu yasadan da beklenen sonuç elde edilemedi.
Bunun üzerine “terör örgütlerini zayıflatmak ve örgüt mensuplarını topluma kazandırmak” adına yeni TCK’nın 221. maddesine “pişmanlık hükmü” yerleştirildi ve yasa kalıcı hale getirildi.
Bugüne kadar adı geçen yasalardan yararlanmak için binlerce kişi yargıya başvurdu ancak ne yasadışı örgütlere karşı bir başarı elde edilebildi; ne de örgüt mensupları gerçekten topluma kazandırılabildi.
“Pişman” olan örgüt mensuplarının rehabilitasyonu dahi mümkün olmadı; bu kişiler daha sonra suç çetelerinin mensubu oldu.
İtirafçı örgüt mensubunun “tanıklığı”
Gelinen yerde “pişmanlık fikrini” ortaya atan siyasilerin bile “pişman” olduğu biliniyor. Zira; yasa amacına ulaşamadı. Öte taraftan itirafçı örgüt militanlarının itiraflarına dayalı olarak açılmış davalar büyük sorunlara yol açtı.
“İtirafta bulunma”, “eylemi olmama”, “örgütü dağıtma”, “belge ve bilgi verme”, “yardım edenlerin isimlerini verme” vb. şartlara dayandırılan itirafçılık yasalarından yararlanmak için başvuran kişilerin tanıklığına ne ölçüde güven duyulacağı yargı açısından ciddi sıkıntılara yol açtı.
Zira, yaygın olarak görüldüğü gibi itirafçılar, işledikleri ağır suçları affettirmek veya cezalarını hafifletmek için sıklıkla yalan beyanlarda bulundu; masum insanları dahi suçlayabildi. Bu tür delillere dayalı yargılamalar sonunda bugüne kadar ve hala çok sayıda masum insanın cezaevinde yattığı ve kamu vicdanının ve “adalet duygusu”nun zedelendiği unutulmamalı.
Bu nedenle söz konusu ifadelere yoğun kuşku ile bakmak zorunlu.
Tanıklığın güvenilirliği açısından Türkiye’nin kolluk örgütlerinin pratiklerinin olumsuzlukları da dikkate alındığında sorunun boyutu daha da genişledi. Zira, Türkiye’de tanıkların özellikle kollukta ifade verirken yönlendirilebildikleri deneylerle sabit.
Örnek vermek gerekirse, yakın zamanda PKK’li Şemdin Sakık’ın hazırlık ifadelerine bir takım eklemeler yapıldı ve aralarında ünlü gazetecilerin de bulunduğu masum kişiler hedef oldu. Bu nedenle itirafçıların yönlendirilme olasılıklarının güçlülüğü de unutulmamalı.
Dünyada, itirafçı sanıkların tanıklığı bir tarafa, “görgü tanıklığı”nın güvenilirliği dahi tartışmalı. G.L. Wells’e göre “tanık ifadeleri; kişilerin gördükleri olayı bireysel olarak yorumlamaları ve tarif etmeleri” anlamına gelmektedir.
Kullanılan bir çok araştırma yöntemine göre, görgü tanıklarının sıraya dizme yönteminde çoğu kez hatalı kişileri seçtikleri halde teşhislerinin doğruluğundan emin olduklarını belirttiklerini ortaya koyuyor. (Wells ve Olson, 2003)
ABD’de, son birkaç yılda yapılan araştırmalarda, mahkumların yüzde 75’inin, görgü tanıklarının hatalı teşhislerinin mağduru olduklarını ortaya çıkarmıştır.
Yargının değişen tutumu
Günümüzde dünyanın her yerinde herhangi bir suç işlendiğinde çoğu kere biyolojik delil bulmak kolay değil. Bundan ötürü görgüye dayalı tanıklık ceza hukukunda önemini koruyor.
Ancak yukarıda kısaca özetlendiği gibi “devletin cezasını affetmesini sağlamak” isteyen itirafçıların beyanları karşısında yargının nasıl bir tutum izleyeceği çok önemli. Türkiye’de bolca çıkarılan itirafçılık yasalarına bakıldığında yasa koyucunun itirafçılığı özendirdiğinin kabul edilmesi gerekiyor.
Yargı, bugüne kadar izlediği pratikle genellikle itirafçı ifadesini hüküm kurmaya yeterli görmeyen isabetli bir tutum izledi. “Salt itirafçı ifadesiyle ceza verilemeyeceği”, “yan delillerle desteklenmeyen itirafçı tanığın beyanlarıyla mahkumiyet kararı verilemeyeceği”, “soyut itirafçı beyanıyla karar verilmemesi gerektiği” vb. yaklaşımlar özellikle Yargıtay tarafından üretilen içtihatlarda sıklıkla vurgulanıyordu.
Son birkaç yılda yargının bu tutumunun anlaşılmaz biçimde değiştiği gözleniyor. Köklü ve isabetli içtihatlara rağmen artık salt itirafçı ifadesiyle eskinin DGM’leri, şimdinin Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, çoğunlukla kırlık bölgelerde yaşayan köylülere ağır hapis cezaları vermekte; Yüksek Mahkeme Yargıtay ise eski içtihatlarında bir değişikliğe dahi gitmeden bu tür cezaları onaylıyor.
Yargıtay’ın itirafçı tanık beyanları ile yeni görüşünü açıklaması yasal bir zorunluluk. Acaba yargı artık “itirafçı söylüyorsa doğrudur” anlayışına mı kapılmıştır? Eğer böyle değilse değişen nedir? Bu soruların cevaplarının verilmesi gerekiyor. “Terörle mücadele” adına adalet duygusunun terk edilmemesini umut ediyoruz. (HA/NZ)