İlk iktidar parçalanması, devletin Kürt ayaklanmasına karşı 1992'de aldığı "Gayri nizami harp" kararının -ki Soğuk Savaş'ın bu topraklarda uzatılması anlamına geliyordu- ardından yaşandı. Cumhuriyetin bu ilk 'Fetret dönemi' 28 Şubat 1997 tarihine kadar sürdü. Kirli savaşın çürütücü etkisi toplumsal bir bozulmaya yol açtığı gibi, devletin tepesinde oluşan çatlakları da derinleştirmişti.
Yükselen milliyetçi dalga, şoven-ırkçı bir kanala akmaya başlamış, çeteleşme devlet ve toplum içinde yaygınlaşmış, farklı iktidar odakları arasındaki hegemonya savaşı sistemi paralize etmişti. Ülkenin birleştirici çimentosu dağılmaya, toplum çözülmeye başlamıştı.
İşte, 28 Şubat süreci sadece 'irtica' ya karşı bir eylem değil, belki daha çok Türkiye Cumhuriyeti'nin 1950'den sonra benimsediği ve Soğuk Savaş süresince uyguladığı yönetim senaryosunun değiştirilmesi anlamına geliyordu. Formel hukuk içinde kalınarak ve parlamenter düzen korunarak gerçekleştirilen bu 'müdahale' bir restorasyon hamlesiydi. Fetret'e düşen devletin yeniden toparlanma çabasıydı.
Doğal ki, bu senaryo değişikliği, sola ve komünizme karşı mücadele için korunan, kollanan ve gerektiğinde harekete geçirilen İslamcı hareketin rolünü de değiştirecekti. Bu dönemde laiklik ve siyasal İslam ekseninde yaşanan tartışmalarının temlinde yatan gerekçe bundan ibaretti.
Ancak, bu bir süreçti ve kesintiye uğradı.
İki dinamik
Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) gezegene hakim olma stratejisini oluşturan "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" 11 Eylül saldırılarından sonra resmi politika haline getirilip devreye sokulunca, bu gelişme sadece dünyadaki dengeleri değil, Türkiye'nin iç politik dengelerini de temellerinden sarstı.
Bu stratejinin en önemli ayağını oluşturan Ortadoğu ve Hazar havzasına hakimiyet siyaseti, Türkiye'nin küresel düzen içindeki yerinin de yeniden tayin edilmesini gerektiriyordu. Ilımlı İslam doktrini ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye olmaksızın uygulanamayacak emperyal taktik yönelimler olarak ortaya çıktı. Radikal İslam ezilirken ılımlı İslam desteklenip iktidara taşınacaktı.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ılımlı İslam doktrininin taşıyıcı politik gücü olarak örgütlendi ve desteklendi. AKP liderliği, konjonktürün kendilerinden yana olduğunu gördü ve hızlı davrandı. Parti teorisyenlerinden Dr. Yalçın Akdoğan bu durumu, "200 yıldır ilk kez dış dinamikler ile iç dinamikler birleşti" diye değerlendirdi.
Dış dinamikler, neo-liberalizm ve post-modern felsefeyi arkasına alarak cemaatleri, yerel kültürleri ve etnik farklılıkları öne çıkaran küreselleşme süreci ile ABD'deki yeni muhafazakâr (neo-con) iktidarın ılımlı İslam siyasetiydi. İç dinamikler ise, güçlenen İslamcı hareketin iktidar ve gerici değişim talebiydi. AKP, bu iki dinamiğe yaslanarak (daha çok dış dinamiğe) düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesini yaşama geçirmeyi hesaplıyordu.
Restorasyon sürecini kesintiye uğratan işte bu iki dinamikti.
Hamle, direniş ve çatışma
Bu durum, yeni bir iktidar parçalanmasını da kaçınılmaz kılacaktı. Nitekim öyle de oldu. Arkasına ABD ve Avrupa Birliği'ni (AB) alan AKP, zoraki bir uzlaşmayla sonuçlanan 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonraki siyasi tabloya sürekli olarak müdahale etti. Batıya yaslanarak kendi iktidar alanını genişletmeye ve egemen blokun bileşimini değiştirmeye çalıştı. Hükümetin bu yöndeki hamleleri yoğunlaşarak devam ediyor.
AKP, bu hamleleri yapmak zorundadır. Çünkü, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini ve başlangıç varsayımlarını değiştirmeden ya da en azından geriletmeden, taşıyıcısı olduğu siyasal, kültürel ve toplumsal projeyi hayata geçirmesi mümkün değildir. Ne var ki, bu yöndeki her hamlenin de bir direnişle karşılaşması kaçınılmazdır. Ve bu direniş yine kaçınılmaz olarak çatışmayla sonuçlanacaktır.
Cumhuriyetin kısa dönemde girdiği ikinci Fetret döneminin nedenini küresel ve ulusal ölçekte yaşanan bu gelişmelerde aramak doğru olacaktır. Başka bir bakışla, 1995 yılından itibaren açıkça gözlenen Fetret durumunun 28 Şubat müdahalesine karşın devam ettiği de söylenebilir.
Yasama organında mutlak hakimiyeti ele geçiren AKP'nin, AB sopasıyla askeri bürokrasiyi pasifize ettiği gözleniyor. Yürütmenin en önemli kurumu olan hükümet aracılığıyla medyayı kontrol eden AKP'nin, AB havucuyla da batıcı İstanbul burjuvazisini denetlediğini söylemek abartma olmayacaktır. AKP'nin; söz konusu ideolojik aygıt ve politik araçlarla toplum üzerinde de belli bir denetim kurduğu açık.
Ülkedeki yeni iktidar parçalanması ve bu parçalanmanın yol açtığı çatışmanın somut örneklerinden birini, son dönemde yargı organına karşı geliştirilen saldırılarda görmek mümkün. Cumhurbaşkanlığı, üniversiteler, ordu ve şimdi de yargı..
Toplumun aklını çalanlar
Yargıtay'a karşı geliştirilen ve bir komplo olduğu her geçen gün açığa çıkan politik saldırının MİT tarafından düzenlendiğini görmek için derin analizlere gerek var mı bilmiyorum. Ancak, bize sürekli "cambaza bak" diyerek derin devleti işaret eden büyük medya, toplumun aklını çalmaya devam ediyor.
Yargıtay Genel Kurulu (246 yüksek yargıçtan oluşuyor) tarafından iki hafta önce yayımlanan bildiri, Cumhuriyet dışında hiçbir gazetede manşet olmadı. Bu örnek bile büyük medya yöneticilerinin önemlice bir bölümünün nerede durduğunu görmek için yeterlidir. (Kuşkusuz, yargı genel çürüme ve yozlaşmanın dışında değildir ama, konu da bu değildir ve böyle gösterilmesi oyunun bir parçasıdır.)
Nitekim Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök de durumdan rahatsız olacak ki, bir açıklama yapmak zorunda hissetmiş kendisini. Üstelik, bir gazeteci ve medya yöneticisi olarak da değil, bir "iletişim bilimcisi" olarak. Şöyle diyor Özkök:
"Geçen Cuma günü bu ülke tarihinde bugüne kadar hiç görülmemiş bir bildiri yayınlandı. Bildiri, içeriği ve üslubu bakımından tam anlamıyla bir 'yargı muhtırasıydı'. Nereden bakarsanız bakın, toplumun siyasi ve hukuki müesseselerini sarsacak önemde bir bildiriydi. Ama bir şey dikkatinizi çekti mi? Artık statükonun son kalesi haline gelen küçük bir gazete dışında hiçbir gazete bu bildiriyi manşete taşımadı. " (Hürriyet, 26.10.2004)
Yazısının devamında Özkök "Acaba neden?" diye soruyor ve yanıtını da şöyle veriyor:
"Bu bildiri, içeriği ve üslubu bakımından bir çok gazeteciye 'inandırıcı' gelmedi."
İşte bu kadar..
O inanmadıysa haber de yoktur
Özkök, aynı yazı içinde ve aynı olgulardan hareket ederek iki zıt değerlendirmeyi birlikte yapabilecek kadar yetkin bir iletişim bilimcisi ve gazetecidir. Hem Yargıtay bildirisini "ülke tarihinde bugüne kadar görülmemiş bir olay" diye değerlendireceksin hem de bunu inandırıcı bulmadığını söyleyerek manşete taşımayacaksın. Bildiri ya, "ülke tarihinde bugüne kadar görülmemiş önemde bir olaydır" ya da değildir.
Çünkü, "inandırıcı" olup olmadığına ilişkin değerlendirme tümüyle sübjektiftir. Eğer önünüzde tarihi bir gelişme var ve siz iyi bir gazeteci iseniz, bunu niyetlerden ve sübjektif değerlendirmelerden bağımsız olarak hak ettiği şekilde sayfalarınızda değerlendirirsiniz. Hem "Nereden bakarsanız bakın, toplumun siyasi ve hukuki müesseselerini sarsacak önemde bir bildiriydi" diyeceksiniz hem de bu haberi sayfalarınızda saklayacaksınız. Neymiş efendim; inandırıcı değilmiş.. Olmaz böyle şey!
Üstelik bunu yaparken, söz konusu haberin yayımında doğru bir gazetecilik örneği sergileyen Cumhuriyet gazetesine saldıracaksın. Sadece bu gazete haberi manşet yaptı diye.. Demek ki Cumhuriyet gazetesi de tıpkı Ertuğrul Özkök gibi olayı "tarihi" önemde bulmuş ve gelişmeyi de "toplumun siyasi ve hukuki müesseselerini sarsacak" nitelikte değerlendirmiş. Ama olmaz.. Özkök diyor ki, benim ve bizim "inandırıcı" bulmadığımız bir olayı siz nasıl inandırıcı bulursunuz? İyi mi..
İletişim bilimcisine gazetecilik dersi
Üstelik bir de küstahlık yapıyor; "statükonun son temsilcisi küçük gazete" diye. Bu iletişim bilimcisine hatırlatmak gerekiyor ki, dünyanın her yerinde fikir ya da referans gazeteleri yüksek tirajlı olmazlar. Ama, yine dünyanın her yerinde en etkili gazeteler, bulvar gazetelerine göre daha az tirajlı olan bu fikir/referans gazeteleridir. Bu nedenle, karar vericilere, toplum önderlerine, eğitimlilere, akademisyenlere, politikacılara, yöneticileri, sendikacılara, sivil toplum örgütlerine hitap eden fikir gazeteleri, çoğu kez çok satışlı bulvar gazetelerinden ticari olarak da daha başarılıdır.
Özkök'ün "bir iletişim bilimcisi" olarak bu gerçeği bilmemesi biraz garip. Ayrıca sormak gerekiyor; Özkök'ün başkan yardımcılığını yaptığı Doğan Medya Grubu neden Radikal gibi düşük tirajlı gazeteler çıkarmakta ısrar ediyor. Üstelik Radikal gazetesi Cumhuriyet'in neredeyse yarı tirajında. Peki neden?
Çünkü, Radikal hiç kuşku yok ki, şu anda Türkiye'nin en yüksek tirajlı gazetesi olan Posta'dan -ki Posta türünün çok başarılı bir örneğidir- daha etkili bir gazete olduğu için yaşatılıyor.
İktidarların eteklerine tutunarak ayakta kalmayı marifet sanan, gazeteciliği işadamlığıyla karıştıran Özkök, gerçekte Fetret durumuna son vereceğini sandığı bir şehzadeye "kulluk" yapmaya çalışıyor olmasın..
Sevsinler böyle iletişim bilimcisini! (MY/BB)