Hukuki ve mantıki bağlamlarından kopartılmış ve toplumun üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan siyasi davalardan Kobanî, Tahir Elçi ve 10 Ekim Ankara Gar Katliamı davaları yakın zamanda maalesef beklendiği gibi sonuçlandı. Bununla birlikte Can Atalay’ın vekillik hakkının gaspı, bu gaspı ortaya koyan Anayasa Mahkemesi kararının hem yargı hem de meclis eliyle çiğnenmesi ve bir anayasasızlaşma haline kapı açılması da son zamanlarda oldukça tartışıldı.
Kobanî davasında HDP eş başkanları yüksek cezalar alırlarken, Tahir Elçi davasında sanık polisler beraat etti. Peki bu davalarla tam olarak ne amaçlanıyor?
Gerek toplumsal alanda gerekse Ankara Barosu kurullarında yıllardır aktif olarak çalışan, aynı zamanda Hukukçu Dayanışması (HD) kurucularından Avukat Doğan Erkan, HD’nin bu davalara dair yorumunu bizlere aktardı.
Düşman ceza hukuku üzerine çalışmaları ve kitapları olan (OHAL KHK Rejiminin Eleştirisi ve OHAL ile Kalıcı Olarak Dönüşen Ceza Hukuku Rejimi, OHAL ile Kalıcılaşan Düşman Ceza Hukuku Rejimi ve Alternatif Bir Kuram Denemesi: Performatif Hukuk), aynı zamanda YouTube üzerinden ‘Yaşayan Hukuk’ adlı bir program da yapan Erkan’a göre, “artık siyasal yargı kararlarında bir hukuk mantığı, bir ‘Ratio’ yok!”
“Baroların insan haklarını geliştirme görevi var”
Hukukçu Dayanışması nasıl ve neden kuruldu?
Baroların insan haklarını geliştirmek ve işlerlik kazandırmak gibi yasal bir görevi de var. Baro kurullarına girdiğimizde ise baroların hem bilinç düzeyi olarak hem de pratik olarak bunun farkında olmadıklarını, bu konuya dair yeterince çalışmadıklarını gördük. Ankara Barosunu bu doğrultuda çalıştırmak istedik. İnsan Hakları Merkezi vardı ama çok atıldı eskiden.
Avukat Hakları Merkezi (AHM), CMK ve İnsan Hakları Merkezi (İHM) kurullarına girdik. Orada ekiplerimizi oluştururken Gezi direnişi oldu. Bu direniş, toplumsal bir şanstı; toplumsal ilerlemeye katkısı vardı. Hukuksal mücadele bakımından da bir şanstı. Ankara Barosuna, Geziye katılan yurttaşların avukatlığını üstlenmek gibi bir rol aldırdık.
Artık 2911’den (Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu) kaynaklı olaylarda avukat talep edileceği zaman Emniyet direkt bizi arıyordu. Direnme hakkını kullanan yurttaşların avukatlığını doğallığında üstlenen bir topluluk oluşmuş oldu. Ama maalesef bir sonraki Baro yönetiminde bu oluşum sürdürülemedi. Hukukçu Dayanışması da bu şekilde kuruldu.
“Toplumsal muhalefete yönelik düşman ceza hukuku”
Kobanî davasını da takip ettiniz. Bu davada tam olarak ne oldu? Verilen cezalarla ne amaçlandı?
Hak kaybına uğratılan tüm toplumsal kesimleri ilgilendiren davaları bir şekilde takip ediyoruz. Kobanî Davası’nın da Türkiye’nin son dönemlerindeki diğer siyasal davalar gibi toplumsal muhalefete yönelik düşman ceza hukuku niteliğindeki davalardan biri olduğunu görüyoruz.
Peki bu davalarla ne amaçlanıyor?
Artık bütün hukuk ekolleri, hukuki normun iki unsuru olduğunu kabul ediyor. Yani bir hukuk kuralının içinde iki unsur var: ‘Voluntas’ ve ‘ratio’. Voluntas, egemenin, yani kural koyanın iradesi; iktidar gücüne sahip olanın iradesi. Bunu sadece Marksistler tespit etmiyor, tüm çağdaş ekoller söylüyor artık. Yani hukuk kuralının altında, egemen kimse onun iradesinin ‘kural’ biçiminde izdüşümü var.
19. yüzyıl sonu klasiklerinde, 20. yüzyılın başlarında kara Avrupası hukukunda, Hobbes’den, Austin’den, Pound’a kadar kabul edilen bir voluntas var ve bu, hukuk kuralını koyanın iradesini içeriyor. Ama bir unsur da ratio olmak zorunda. Yani evrensel akla uyan bir yerden o kural tarif edilmeli, uygulanmalı ve iradenin süreci de, tarifi de, müeyyidesi de aynı şekilde ratio’ya uygun olmalı. Şimdi bu davalarda egemenin siyasal iradesiyle çeliştiği için burada bir norm ihlali görüldü ve siyaset, ‘ben kanun koyucu, kural koyucuyum’, demiş oldu. Türkiye’de siyasal iktidarla yargı iktidarı özdeşleşti. Yani 10 yıl öncesinin ve daha öncesinin pratiği olan yargı iktidarı ile siyasal iktidar arasında zaman zaman denge politikası olması işleri Türkiye’de bitti. Aslında 2010 Referandumundan beri bitti. O zamandan beri yargı, iktidar odaklarının doğrudan bir uzamı.
“Bir tiyatro oyunu ayaklanmayı kışkırtabilir mi?”
Örneğin iktidar, Gezi eylemlerinin iktidarının istikrarına yöneldiğini iddia ederek, düşman ceza hukuku uygulama yoluna gitti. Ama ratiodan yoksundu, akılcı bir hikayelendirme yapamadılar. Bu konuda çok beceriksizlerdi.
Gezi iddianamesinde Sırp “Otpor” örgütünün Türkiye’ye gelip eylem hazırlıkları yaptıkları iddia edildi. Mesela Mehmet Ali Alabora’nın ‘Mi Minör’ adlı oyunuyla halkı ayaklanmaya çağırdığı iddia edildi. Bir tiyatro oyunu anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs edecek eylem düzeyinde bir ayaklanmayı gerçekten kışkırtabilir mi?
“IŞİD katliamına sessiz kalınamaz, dediler”
Bu tür irrasyoneliteler şimdi hem yerel mahkemelerin hem de Yargıtay 3. Ceza Dairesinin kararlarında çokça var. Kobanî Davası da aynen böyle bir irrasyonel öykülendirmeyle başladı.
IŞİD Şengal’deki ve Rojava’daki Kürt halkının topraklarına yönelik özel bir saldırıya geçmişti, Êzidî soykırımına girişmişti. Kobanî’ye yoğunlaşan saldırılara karşı da aslında Türkiye’yi de buradaki IŞİD saldırılarına karşı bir tavır almaya çağıran, dönemin HDP eş başkanları ve milletvekilleri oldu. IŞİD katliamına karşı tüm dünya bir şeyler yapmalı, sessiz kalınamaz, dediler. Bu bir demokratik siyasal talepti.
Türkiye’deki siyasi iktidar ne yaptı? Kabul etti aslında ve o dönem Kobanî bölgesine doğrudan geçme şansı olmayan Kuzey Irak’taki Barzani güçlerinin bölgeye geçebilmesi için Türkiye topraklarından bir koridor açtı. Bu hiç yapılmamış gibi, o zamanki iddianameyle Kobanî’ye karşı dayanışmak için yapılan barışçıl çağrılar “örgüt çağrısı” olarak kabul edildi.
“Kobanî davası için masalımsı bir iddianame yazıldı”
HDP eş başkanları tweet atarak, IŞİD’in insanlığın tanık olmadığı bir oranda uyguladığı bu şiddeti protesto etmek için halkı sokağa çağırdı. Bundan sonra, IŞİD’in şiddetine karşı mücadele etmek son derece makul demokratik bir tavır değilmiş gibi bir kurgu kuruldu.
Türkiye’deki Kürtler ve Suriye’deki Kürt grupları da bu saldırılar nedeniyle doğal olarak bir dayanışma içinde girdi. O zamanlar IŞİD’e karşı Türkiye’de Hizbullah kontra atak olarak devreye sokuldu. Bu örgütlerin gerçekleştirdiği provokasyonlar neticesinde ölümler meydana geldi. Ölenlerin önemli bir bölümü de HDP’li ailelerin yakınları olmasına rağmen ve Hizbullah hakkında da bir yargılama olmaksızın, sanki bu ölümler bizzat eş başkanlar tarafından işlenmiş gibi bir iddianame düzenlendi. O yüzden 48 defa ağırlaştırılmış müebbet istendi. HDP’lileri, HDP öncüleri öldürmüş gibi suçlayan, CMK’ya göre kesin iade edilmesi gereken, bir masalımsı iddianame…
“Kafkaesk bir yargılama süreci yürütüldü”
Yani egemen, bir anda politika değiştirdi ve PYD ve YPG’yi de bir anda “terör örgütü” ilan etti, birkaç sene önce kırmızı halıyla karşılamış olmasına rağmen… Siyasi program ve siyasi aparatlarını değiştirdi. Yani voluntas değişti. Bu şekilde ceza siyasetini de geçmişe yürütmüş oldu. Tümüyle irrasyonel, Kafkaesk bir yargılama süreci yürütüldü. Fakat rasyonel olmayan biçimi o kadar da sürdüremediler; iddia ve bağlam çok abes olduğu için en azından “öldürme” suçlamasından beraatler geldi.
Yani bu davalarla devlet kendi vatandaşına düşman ceza hukuku mu uygulamış oldu? Evet…
“Bir bağlantı şüphesi seni ‘terörist’ yapıyor”
Düşman ceza hukuku başka ne şekillerde uygulandı?
“İltisaklı” deniyor ya, herhangi bir bağlantı şüphesi artık seni “terörist” yapıyor ve “terör örgütü” hiyerarşisi ya da eylemi içerisinde olmuş olman veya bunlara yardım etmiş olman gerekmiyor. Peki “terör eylemi” ne? Siyasal iktidarın istikrarına yönelen her eylem terör eylemidir, diyor ABD.
Mesela fazla mesai ve çalışma saatleriyle ilgili eylem yapan havaalanı işçilerinin soruşturmasını Terör Savcılığı başlatmıştı hatırlarsanız. Oğluna pantolon alamadığı için intihar eden babanın haberini yapanların soruşturmasını da yine Terör Savcılığı yürüttü. Artık ratio yok dediğim tam da bu.
“Artık akılcı bir suçlama metnine gerek yok”
Eskiden DGM’lerde bir akıl vardı, “sen terör örgütüne yardım ettin” diyordu. O zaman da elbette bir sürü başka hak ihlalleri vardı. Ama şimdi açıkça, akılcı bir suçlama metnine gerek yok, diyorlar.
Dolayısıyla Kobanî Davası da böyleydi. Tanıklar, gizli tanıklar mahkemeye hiç getirilmedi. Ceza Usul Hukuku’na göre, gizli tanıkların beyanlarına itibar edilip edilmeyeceğine mahkemeye getirildiğinde karar verilir. İftira mı atılıyor, suç mu uyduruluyor? Kimliği gizli tutularak, gerekirse sesi değiştirilerek, SEGBİS’ten bağlantılandırılarak, bu sorgulamanın bizzat mahkemede yapılması gerekirdi. Yani biz avukatlar olarak karşılıklı çapraz soru yapacağız. Bırakın gizli tanıkları, sanıklara dahi soru sorma imkânı verilmeden, gerçek bir duruşma düzeni sağlanmadan hükümler veriliyor.
Eskiden Askeri Mahkemeler bile sadece siyasal irade uygulayıcısı olmadıklarını, bir ceza adalet sistemi uygulayıcısı da olduklarını öngörebiliyorlardı. Bugünün Türkiye yargısı gerçekten bu anlamda çok acınacak bir halde, zavallı bir halde.
“Siyasal kararların halk nezdinde karşılığı yok”
Bu tür davalar toplumsal vicdanı da çok yaralıyor. Hukukun sadece bir aracı haline gelmesi nedeniyle bütün toplum acı çekiyor. Geleceğe baktığımıza, bu siyasi davalara ilişkin tüm bu süreç hukukumuzda kalıcı değişikliklere yol açar mu?
İki sonuçtan birisi olur. Bir tanesi, Nazizm dönemindekine benzer bir hal olur. Yargı tamamen siyasetin kendisine dönüşür ve elbette hiçbir meşruiyeti olmaz. Ama ikincisi, ki bence oraya gidiyor, hukukçu Aleksi’nin, diğer ünlü hukukçu Anio’ya atıfla bir değerlendirmesi var: Artık toplumlar kararı verenin sadece otorite olması sebebiyle kararın meşru olduğuna ikna olmuyorlar. Artık toplum, kararda evrensel bir kabul edilebilirlik arıyor.
Jürgen Habermas’ın dediği gibi, toplumlar evrensel kabul edilebilirliği görmediği yerde sadece kararı değil, otoriteyi de sorguluyor. Şimdiden Türkiye’de de böyle artık, siyasal kararların halk nezdinde hiçbir karşılığı yok. Bu sonuç seçimlere de yansıdı. En önemli nedenleri Türkiye siyasetindeki kırılma momentiydi belki ve ekonomiydi. Ama ikinci siyasal sebep de buydu.
Adaletsizlik ve baskıya tepki, bunu kuran hukuksal gücün arkasındaki siyasal güce de yöneliyor. Ben hukukun burjuva ayarlarına dönmek zorunda kalacak hale geleceğini düşünüyorum. Ya da iktidar ‘de facto’ biçimde askıya aldığı Anayasayı ‘de jure’ olarak da askıya alacak ki, bu durumda başka bir rejimin inşasından bahsederiz. Orada hukuk konuşmak dahi mümkün olmaz. Fakat ben buna erişecek siyasal ve hukuksal güç ile meşruiyet performanslarını, tam da “hukuksuzluk” hukukunun sonuçlarının halkta biriken tepkisinden dolayı, nicel ve nitel olarak yitirdiklerini düşünüyorum. Bu nedenle verili ve taahhüt edilen düzeyde bir burjuva hukuku formeline dönüşüm momentinin ağır basacağı kanaatindeyim.
(SVA/AS)