* Fotoğraflar: Berge Arabian
Ercan Kesal’ın çok yönlü sanatçı kimliğini birkaç cümlede anlatmak oldukça zor. Yakından tanıdığımız bir oyuncu ve senarist olmakla birlikte etkili bir yazar. Okuyanı çokça geçmişe götüren çağrışımsal anlatımı sanıyorum ki etkisini samimiyet ve tanıdıklık hissi uyandırışından alıyor. Bir bakıma kendi hikayesini yani bizi, köklendiğimiz toprakları, coğrafyamızı anlatıyor. Ancak sızlayan bir coğrafyanın kendine has gerçekliğini cesaretle ortaya koyuşu, yaralara dokunurkenki çekinmezliği ve geçmişe dönerkenki hassasiyetiyle sanki okuyucuya da cesaret aşılıyor.
Kesal geçtiğimiz hafta ustası Metin Erksan’ı anlattığı Kendi Işığında Yanan Adam-Tanıdığım Metin Erksan ile bir kez daha okurlarıyla buluştu.
Kendisiyle yazma sürecini, yalnızlığı ve cesareti, ölüm karşısında “yaşama hakkını verme”yi konuştuk.
Foucault’dan bir alıntıyla başlayacağım. Bir yerde 20. yüzyıldaki yazma deneyimi için şöyle diyor: “19. yüzyılda susma zevkine erişeceğimiz gerçek bir dünyada özgürleşmek için konuşuyor, yazıyorduk. 20. yüzyıldaysa deney yapmak için, artık sadece kelimelerde var olan ama kelimeleri de kasıp kavurmuş olan bir özgürlüğün boyunu ölçmek için yazıyoruz.” Özgürlüğün sizin de bir meseleniz olduğunu düşünerek sormak isterim; siz bu yüzyılda ne için yazıyorsunuz? Yazma ihtiyacınız nereden doğuyor?
Edebiyat bir karşı çıkıştır. Yazarak gerçekleştirilen bir eylem ve isyandır. Çünkü yazarak ya da okuyarak, size dayatılan “gerçek”ten daha gerçek ve daha mümkün başka bir dünyayı yeniden icat ediyorsunuz. Bunu da belleğinizden kalanları eğip bükerek yapıyorsunuz. Sonrası ise daha tuhaf ve etkileyici!
Tüm yazdıklarınızı kim olduklarını hiç bilmediğiniz, hiç tanımadığınız birtakım insanlara mektup gönderir gibi gönderiyorsunuz. Trajik bir eylem. Cevabını duyamayacağınız sorular soruyorsunuz durmadan! Sanki kendinize benzeyen, aynı kederi ya da umudu taşıdığınızı düşündüğünüz (umduğunuz, zannettiğiniz!) ruh arkadaşlarınızı arıyorsunuz. “Birlikte kurtulmayı ümit etmekten” başka bir duygu yaptıramaz bunu bir insana...
Bahsettiğiniz bu “daha gerçek” dünyada içsel malzememiz ve kendi gerçekliklerimizle karşılaşıyoruz sanıyorum. Bir söyleşinizde de “yazma eyleminin sadece içimizdeki tortuları temizlemekle kalmayıp yeni tortular bıraktığını da düşünüyorum” demişsiniz. Öyleyse içsel olanla teması ve bilinçdışı malzemeyi işleyişi açısından yazarın yazma sürecini psikoterapi sürecine benzetebilir miyiz? Buradan hareketle okur da bir biçimde -örneğin özdeşim yoluyla-şifalanabilir mi?
Psikanaliz eğri büğrü bir duvarı yıkıp, aynı taşlarla yeniden ve daha düzgün bir duvar örmektir. Yazmak da okumak da benzer sonuçlara yol açar. Çünkü, “Kelimeler sizi bu dünyadan geçici olarak çeker alır, sonra daha iyileşmiş olarak geri verir!” Öncelikle duvarınızı yıkıp yeniden yola çıkma cesaretiniz olmalı ama. Ortaya çıkacak sonuç beklentinizi karşılamasa da yolculuğun bizatihi kendisi yetmez mi zaten!
Cin Aynası’nın önsözünde bir sözünüz var: “Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız.” Diğer kitaplarınızda da varoluşsal bir tema olarak yalnızlık oldukça büyük yer kaplıyor. Ne demek sizin için yalnızlık?
İki çeşit yalnızlıktan söz edilebilir öncelikle. Olumlu yalnızlık ve olumsuz yalnızlık. Olumlu yalnızlık tek başınayken de yalnız kalabilme cesareti ve kudretidir. Çoğalabilme başarısıdır. İnsana yakışan bir haslettir. Olumsuz yalnızlık ise kalabalıklar içinde bile yalnız kalma çaresizliğidir. Kendine yetmemektir. Güvensizliktir. Emin olmama halidir. Yaşadığımız çağ galiba sürekli ikincisine düçar ediyor bizleri.
Öyleyse ikincisinden birinciye bir geçiş yolu olamaz mı? Kalabalığın içinde benliğimizi koruyarak çoğalmanın bir yolunu bulamaz mıyız?
Elbette. Ama mesele yine kendimizle ilgili. Kendimize saygımızı kaybetmemekle ilgili. Kerameti kendinden menkul bir kendini sevme budalalığı yerine kendine saygıyı başköşeye oturtmuş bir anlayış. Bunu becerebilirsek belki...
Duende kavramına gelmek istiyorum. “Hiçbir zaman kapanmayacak olan yaralarımızın iyileşirken ruhumuzdan çıkardığı eşsiz yetenek” olarak tanımlamışsınız Lorca’dan alıntılayarak. İyi sanatın teknikten değil Duende’den geçtiğini söylüyorsunuz. Yaralar nasıl olacak da iyileşirken bir yeteneğe dönüşecek biraz konuşalım isterim. Yetenek mi iyileştirecek, yaralar mı yetenekleşecek?
Duende, Lorca’nın adını koyduğu bir kavram. “Hiç bir zaman kapanmayacak olan yaralarımızın iyileşirken ruhumuzdan çıkardığı eşsiz yetenek.” Hisarlı Ahmet’in sesi, Muharrem Ertaş’ın çığlığı, Yılmaz’ın oyunculuğu, sineması, Sabahattin Ali’nin yazdıkları, Ahmet Uluçay’daki sihir... İyi sanatın özelliği sesle, ışıkla ya da teknikle değil, duende ile ilgilidir. Sonuçta bu toprakların gömülü ruhunu çıkartmaktan başka yolumuz yok. Köklerimizde saklı duran güçlü bir sesimiz var çünkü. Onun peşine düşmeliyiz. Kendi ‘duende’mizi bulmalıyız. Bu yüzden Neşet, Hacı Taşan, Seyit Çevik çok önemlidir. Kemal Tahir gibi, Sabahattin Ali gibi. Vüsa’t O Bener gibi...Yaralanmaktan korkmamalı, yaralarımızdan da utanmamalıyız. Şifamız da oradadır çünkü.
Bu durumda yetenek yaraya bakma cesaretinden mi filizleniyor? Yaralarımızın bizi besleyebilmesi için neye ihtiyaç var?
Bu sorunun cevabını Kieslowski’ye bırakayım: “Kendiniz ve başkası hakkında endişelenmeniz için bir şekilde acıyı yaşamış olmanız, acı çekmenin ne olduğunu bilmeniz gerekir. Böylelikle incindiğinizde, incinmenin ne olduğunu anlarsınız. Çünkü acının ne olduğunu anlamazsanız, acının olmadığı bir hayatı da anlamaz ve öyle bir hayat için şükredemezsiniz.”
Öykülerinizde ölüm teması çokça geçiyor. Viktor Frankl çokça, hayat haz alma çabasından ibaretse ölümün gerçekliği karşısında yaşamımızın bir anlamı kalmayacağını dile getirir.Yaşamı bir görev olarak görür ve ona göre bizim hayattan bir şey beklememiz saçmadır, önemli olan onun bizden ne beklediğidir. Katılır mısınız? Ölüm fikri sizce yaşamı nasıl manalı kılabilir?
Ölüm ve yaşam kavramları aslında birbirine çok yakın, birbiriyle iç içe ve birbirine kardeş kavramlardır. Bir madalyonun iki yüzü gibidirler. Birini öbürüyle tarif edebilir, birine bakarak diğerini anlamlandırabilirsiniz. Biri olduğu için ötekisi vardır. Ölüm için, hayatı anlamlı ve değerli hale getiren bir gerçektir de diyebiliriz.Ölüm fikri yaşamı nasıl manalı kılabilir? Onu, yani yaşamı hak ederek!.. Galiba...
Öyleyse yaşamı hak etmek ne demek? Nasıl hak edeceğiz?
Ne mesnetsiz bir kibir ne de haksız bir tevazu! Kendini vazgeçilmez zannetmekle, kendini hiçe saymak dışında bir yol mutlaka vardır. Tekrarı olmayan ve insanlık tarihiyle karşılaştırdığımızda çok küçük bir zaman aralığını hakkıyla tüketmek. Yakınmaya da böbürlenmeye de hakkımız yok. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden de kederimizden de uzundur çünkü!
Ercan Kesal hakkında
Oyuncu, senarist, yazar, tıp doktoru.
1959 yılında Avanos, Nevşehir'de doğdu. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden 1984’te mezun olduktan sonra Ankara Keskin Devlet Hastanesi, Bala ve köylerinde Sağlık Ocağı hekimliği yaptı.
2004-2006 yıllarında İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Psikoloji dalında Master Eğitimini bitirdi. Yeditepe Üniversitesinde Sosyal Antropoloji bölümünde doktora yapıyor.
Eserleri: Peri Gazozu(2013), Evvel Zaman(2014), Nasipse Adayız (2015), Cin Aynası(2016), Zamanın İzinde(2017), Bozkırda Bir Gece Yarısı (2017), Aslında (2017), Kendi Işığında Yanan Adam-Tanıdığım Metin Erksan (2018)
(BK/AS)