Ben severim.Parçaları birleştirip bir resmi ortaya çıkarmak güzeldir. Aslında ortada olan bir şeyi henüz görememiş olanlara göstermek de büyük keyif verir. Benim yaptığım "yap-boz"lar kırtasiyelerde, büyük marketlerde satılan 500-1000 parçalık olanlardan değil. Benimkiler hayattan. Hayata dair olanlardan.
Olan bitenleri izleyip, onların bağlantılarını kurup bir resim oluşturmayı bazıları gibi ben de çok seviyorum. Bir anlamda "hayatı keşfetmek" gibi bir şey.Biraz uğraşınca ilginç resimler de çıkıyor aslında.
Bu tür resimleri eskiden "gazeteci" olan gazetecilerin yaptıklarını anımsıyorum. Kendi yorumlarını katmaksızın gazetelerinin birinci sayfalarına yerleştirdikleri haberlerle kendi "resimlerini" oluştururlardı.
Sanki birbiriyle ilgisi yokmuş gibi görünen haberler "özel" bir şekilde kurgulanıp sayfaya yerleştirilirdi."Görmeyi bilen" gözler fark ederdi onları. Böylelikle gazetenin sayfasını yapanın, editörün dünyada, ülkede, toplumda ne gördüğü, bize ne göstermek istediği, tavrının ve yaklaşımının ne olduğu ortaya çıkardı.
Şimdilerde bunu yapmak olanaksız.Yapmaya kalktığımızda adeta "kahve falı"na bakmış gibi oluyoruz.
İki gündür birbirine koşut bir kaç haber duydum. Bazıları hiç söylenmemiş, yazılmamış. Bazıları da medyanın dilinden düşürmediği. Haaa, bir de dışardan gelen bazı bilgiler var. Bunların oluşturduğu bir resim peydahlandı birden bire gözlerimin önünde... Bakalım sizde görebilecek misiniz bu resmi?
Parça 1: Wernicke-Korsakoff ve Adli Tıp
Önceki akşam Yön FM'de gerçekleştirdiğimiz radyo programında Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) İstanbul Şubesi ve Tedavi Merkezi'nin sorumlu hekimi Dr. Şükran İrençin konuğumuz oldu.
Hoş bir sohbet yaptık. Üstelik haber atlatma sayılabilecek bir "medyatik" faaliyette de bulunduk: Vakfın Cuma günü saat 11.00'de gerçekleştireceği basın açıklamasında söyleyeceklerini iki gün önce öğrendik.
Vakfın tedavi merkezlerinde "açlık grevi-Ölüm orucu"na katılan tutuklu ve hükümlülerden Wernicke-Korsakoff sendromuna yakalananlar iki yıldır tedavi ediliyorlar. Bu kişilerin cezalarının infazları Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporlarla ertelenmişti.
Onların hastalıklarının "iyileşmeyecek" bir hastalık olduğunu uzmanlar söylüyor. Gerçekten sağlıklarını geri kazanmaları olanaksız. Ama son birkaç aydır, bu konudaki yetkili kurum olan Adli Tıp Kurumu bu kişilerin cezalarının infazlarının yapılabileceği yönünde kararlar veriyor.
Yargıya yol gösteren bu kurum son bir yıldır adeta "kaynıyor". Büyük bir kadrolaşma ve "keyfi" uygulamalar yaşanıyor. Meslek örgütleri, adalet kurumları bunun üzerine gitmeli ama henüz birkaç basın açıklaması dışında bir girişim olmadı.
Şimdi vakıf yetkilileri kurumun yol açtığı bu durumu kamuoyuna bilgilendirme gereksinimi duyuyorlar. "Bu insanlar cezaevlerinde kalırlarsa çok yaşamazlar" demek istiyorlar.
Parça 2-3: Şirketler Türkiye'nin geleceğine bakıyor
Dünyanın en büyük 20 uluslarüstü şirketinin yöneticisi hafta başında İstanbul'daydılar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında yerli sanayiciler, bankacılar ve üst düzey yöneticilerle bir toplantı yaptılar. Türkiye'nin bugünü ve geleceği üzerinde bazı değerlendirmeler yapıp kararlar alındığı söylendi.
Kimse "yahu ne oluyoruz" demedi. Hatta "Bush'un ülkemize gelmesine karşı çıkanlar" bile. Çünkü bu eskilerin deyimiyle "vak'a-i âdiye"den bir durum. Onlar hep gelirler, hep giderler. Gittiklerinden sonra olan hep bize olur.Bu ülkede kimsenin yerli ya da yabancı birileriyle memleketin durumu, olan biten hakkında görüşmesinin önünde bir engel yoktur.
En azından ben öyle biliyordum. Ama öyle değilmiş:
TİHV yetkilileri, geçtiğimiz dönemde her zaman yaptığı gibi; İnternet sitesinde bile Türkçe ve İngilizce olarak yayınladığı, başka bir deyişle kamuoyunun bildiği ülkemizdeki insan haklarına ilişkin durum saptamalarını, Avrupa Birliği'nin (AB), bazı uluslararası kuruluşların yetkilileriyle görüşerek paylaşmış.
Bu durum "ülkenin çıkarlarını" tehdit etmiş. Yöneticiler bu nedenle yargılandılar. O kadar ki bu yargılama uluslararası arenada hükümeti ve temsilcilerini zorlayan sorulara yol açmış. Denilen o ki bir toplantıda Dışişleri Bakanı sorulan soruya yanıt veremez hale gelmiş.
Bu yargılamanın son duruşması geçtiğimiz günlerde yapıldı. Bu duruşmaya durumu kamu adına mahkemeye yansıtan Vakıflar Genel Müdürlüğü gelmediği için dava görüşülmemiş. Eğer üç ay içinde başvurularını yenilemezlerse dava düşecekmiş.
Parça 4: Döversen alma, alırsan dövme
Toplumsal "muhalefet"in çok güçlü olduğu söylenemez. Ancak şu sıralar özellikle "hekimler" ve "gençler" çok sık toplu basın açıklamaları, yürüyüşler yapıyorlar.Doktorlarınki bir yana; son üç dört gündür bir çok yerdeki bu eylemlere polis çok ciddi biçimde "şiddet" kullanarak müdahale ediyor.
Hatta bir tanesinde bir basın mensubu da bu "şiddet"ten nasibini aldı. Kulağıma gelen bir söylentiye göre polise amirleri şöyle bir emir vermişler: "Dövdüğünüzü karakola almayın, karakola aldığınızı da dövmeyin."
Bu emri başka biçimde söyleyelim isterseniz: Ne yapacaksanız sokakta yapın eve getirmeyin.
Bu eylemlere katılan birisini polis gözaltına alıp aracına bindirmiş. Sonra da üzeri kanlı diye polis aracından aşağıya atmış. Eylem sonrası hastanelere getirilen eylemcilerde çok fazla darp cebir izine rastlanıyormuş, dahası kol kafa kırıklarıyla geliyorlarmış.
Parça 5 ve 6: Linçe karşı sessizlik
KKK emriyle Kaymakamlara yazılan yazı ve "fişleme" girişimleri, sonrada yapılan açıklamayla "kastı aşan" bir faaliyet olarak nitelense de çizmeye çalıştığım resmin önemli bir parçasını oluşturuyor.
Azınlıklara yönelik ayrımcılığın artması, bunların arasından bir "gazeteci"ye yönelik toplu linç gösterisine "sessiz" kalınması da öyle.
Parça 7: Doktorlar "rehin" alınacak
Başbakan yoğun biçimde seçim propagandası faaliyeti içinde.Bu sırada "en temel meselemiz" dediği sağlık ve eğitimle ilgili etkinliklerde de bulunuyor.
Son olarak daha önce açılışı yapılmış bir hastaneyi açarken yaptığı konuşmada hastanelerde rehin kalan kişilere değinmiş. "Hastaları rehin alan doktorları önce ben rehin alacağım" dediğini izledik, gazetelerden okuduk.
Herhangi bir suç isnadı olmadan kolluk kuvvetleri ve yargı dışında hiç kimsenin başkalarının "özgürlüğünü kısıtlayamayacağını", ceza yasamızda "hürriyeti bağlama" diye bir suçun olduğunu bilmiyor olmalı Başbakan. Ama tabii ki bunu bilmemesi mümkün değil. O "delikanlı" davrandığını ve "ne kadar güçlü olduğunu" göstermek istiyor.
"Fikir-zikir" çağrışımı kafamda canlanıyor ve benzer söylem ve çıkışları, özellikle de kitle karşısındaki "insanı geren" konuşma biçimi gözümün önüne gelince "işte asıl yüzlerini açığa vuruyorlar" diye düşünüyorum.
Parça 8: İnsan hakları eskisi gibi!
AB Türkiye'yle ilgili yıllık taslak raporunu oluşturmuş. Rapor yakında genel kurula gelecekmiş. Raporun ana söylemi, yapılan yazılı düzenlemelerin uygulamaya yansımadığı yolundaymış. Özellikle insan hakları konusunda "eski durumdan bir değişiklik yok" deniyormuş.
İşte yukarıdaki parçaları birleştirince o gördüğüm resim ortaya çıkıyor: Bu resim bize göstermeye çalıştıkları gibi "her şeyin yolunda gittiği" bir ülkenin resmi değil.
"Ekonomi tıkırında" diyorlar."Büyüme artıyor" diyorlar. "Ne mecliste ne sokakta toplumsal muhalefet yok," diyorlar. "Yasalar yönetmelikler kolaylıkla çıkarılıyor," diyorlar. "Her şey yolunda AB için hızla ilerliyoruz," diyorlar.
Ama asıl resmi bunlar oluşturmuyor, oluşturamıyor.Yukarıda anlattığım parçaları birleştirince ortaya çıkan asıl resim ülkemizdeki "Demokrasi"nin resmi.
Bu resmi görünce aklıma bir "ata", bir "halk" sözü ile Yunus' a atfedilen bir "şiir" geliyor."Güneş balçıkla sıvanmıyor"; "Kırk yıllık Yani Olur mu Hani";"Üst üste kırk küp koysalar/En altındakini bir çekseler/Seyreyle sen gümbürtüyü...".
Şu rapor yayınlanınca sanırım bu sözleri bir çoğumuz söyleyecek. (MS/BB)