2015’te yayımlanan ilk romanı “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz” romanında sonra Semih Gümüş’ün bu mart ayında “Yalnızlık Kime Benzer” isimli ikinci kitabı da Can Yayınları tarafından yayımlandı.
Roman kahramanı yalnızlığını Samuel Beckett, Octavio Paz, Robert Musil, Thomas Bernhard gibi yazarların yalnızlıklarıyla buluşturuyor. Gümüş ile son romanı ve ülke edebiyatının son dönemi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitapta bahsi geçen yazarların “yalnızlık” kavramına romanın sayfalarında toplanıp adeta tezahürat ettiklerini görüyoruz. Bir bakıma yazınsal bir kalabalık oluşturmuşsunuz, diyebilir miyiz?
Benim için adı geçen yazarların kurmaca kişilere dönüşerek romana girişi önemliydi. Yoksa onları romanda nasıl görebiliriz. Romanın adsız kahramanı, yalnızlık seçimi, duygusu çevresinde, kendileri de yalnızlığı yaşamış ya da yazmış yazarlarla, roman kahramanlarıyla karşılaşıyor. Bilinçli olarak yolunu onlarınkiyle kesiştiriyor diyebiliriz. Yalnızlık Kime Benzer’i daha iyi okuyabilmek için, o yazarları da okumuş olmak gerektiğini söyleyen okurlar oldu, çoğu yakın çevremden ama bence buna gerek yok. Bilinse belki daha iyi olur ama bilinmiyorsa da sorun değil. Nasıl ki asıl kahramanımızı ya da Lal’i de önceden tanımıyoruz, öteki yazarları da tanımamız gerekmez.
Kitabın bir bölümünde “Başkasının yalnızlığını keşfedersem onun yerine geçebilirim” sözü geçiyor. "Yalnızlık"tan bahseden bu yazarlar gibi, yazmak için onlarınkine benzer yalnızlıkları yaşamayı tercih etmek anlamına mı gelir bu?
Bunların tekil seçimler olduğunu düşünmek gerekir. Yalnızlık Kime Benzer’in kahramanı, önce asıl olarak yaşadığı aşk acısı yüzünden kendini bir odaya kapatıyor. Odada yalnızca kitaplar var. Onun yaşadıklarını herkes yaşamadığına, yaşasa bile kişiliği onunki gibi olmadığına göre... Ama bu arada romanın bizim düşündüğümüz ya da düşünmediğimiz çok çeşitli boyutlarıyla yalnızlık kavramını çözümlemeye çalıştığını da düşünelim. Böyle okursak sanırım daha doğru yapmış oluruz. Dahası, Yalnızlık Kime Benzer’i okumak ve yazmak üstüne bir roman olarak okumak da pekâlâ okuma biçimlerimiz arasında olabilir.
"Yalnızlık yok oluş da olabilir, yeniden başlamak da"
Roman kahramanının bir araya geldiği yazarların tamamı aslında sevdiği yazarlardan oluşmuyor. Yazdıklarıyla yalnızlığı anlatmış olan yazarlara satırlarda yolu düşüyor. Kendi hayatlarımızda da sevmediğimiz ama yalnız olan insanlarla bir araya gelmemiz nasıl mümkün olur sizce?
Sevmediğimiz insanlarla bir araya gelmemiz gerekmiyor. Her şeyden önce, yalnızlığın bize iyi gelmesi gerekir. Bir kaçış değil o. Kendimizi dinlemek, yaşadıklarımızı ve bizim dışımızda yaşananları sorgulamak için seçilmiş yalnızlığın, tıpkı romanın erkek kahramanının yaptığı gibi, derin bir anlamı var bence. Yalnızlık yok oluş da olabilir, yeniden başlamak da. Bugün bu berbat ülkede yaşadığımız hayat içinde pek çoğumuzun seçtiği yalnızlık da böyle değil mi, yeni bir başlangıç yapmak, düşünce ve duygu dünyamızın derinliklerinde adeta kendimizi yeniden yaratmak için.
İki romanınızın da ağırlık noktası “yalnızlık”. Ama özellikle son romanınızda “Aslında çok da yalnız değiliz” demek istemişsiniz gibi geldi…
Biz romanın kahramanı için konuşalım. Kendini kapattığı odadan sonunda çıkacak mı? Bunu tam bilmiyoruz. Ama düşünen, sokakta işlenen suçlardan etkilenen bir insan o, Lal’den öğrendikleri de var. Bazen yeniden yaşanacak hayatlar da beklenebilir. Belki onun yaptığı da bu. Biz de şimdi bu ülkenin felaketini başkalarıyla paylaştığımızı ne kadar düşünürsek düşünelim, zorlukları ve acıları yalnız yaşıyoruz. Bizim kahramanımız da yaşadıklarını aklından geçiriyor, ilkgençlik yıllarında böyle olmadığını düşünüyor. Ortak amaçlar için birlikte olduğu arkadaşlarıyla birlikte, yalnızlığı yaşamayı olanaksızlaştıran bir hayatın içinde yaşadıkları günleri aklından geçiriyor. Bugün artık ne öyle bir hayat var ne de öyle insan ilişkileri...
Bu kitaba baktığımda bir eser yaratmak için üç bölümlü bir ‘beslenme piramidi” belirdi gözümün önünde. Alttaki en geniş tabanda, yalnızlık; ikinci bölümde, okumak; üstteki dar bölümde ise aşk yer aldı. Siz bu üç kavramı bu piramide nasıl yerleştirirsiniz?
Piramidi aynı sizin yaptığınız gibi kurabiliriz.
"Kendi kendimize yaşadığımız bir dünyadır yaratıcılık"
Roman karakteri Lal’e, “Kendim için yazıyorum ben,” diyor. Semih Gümüş romanlarını kimin için yazıyor?
Her yazar önce kendisi için yazar, kendisi için yazdığı için de en iyisini yazmaya çalışır. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz için yapılmış bir söyleşide, Okumak istediğim romanı yazdım, demiştim de, bunu bile anlamayanlar olmuştu. Anlamak için bir an bile düşünmeden aklına gelen ilk tepkiyi gösteren insanlarla aynı yerde yaşıyoruz. Kötücül ve karşıdakilerin canını acıtmaya koşullu. Oysa değer verdikleri yazarlara daha yakından bakabilmiş olsalardı, bütün iyi yazarların aynı sözü kendileri için söylediklerini görebilirlerdi. Sizce hangi romancı okumak istemediği romanı yazar? Siz kendiniz için en iyisini yapıyorsanız, o kendiliğinden başkaları için de yaptığınız en iyi şeydir. Rüyalarımızı birlikte görmüyoruz, demek ki yalnızca kendi kendimize yaşadığımız bir dünyadır yaratıcılık.
Roman kahramanı, Lal’i bir başka kadın roman karakteriyle yolunu düşürseydi bu hangi isim olurdu? Ya da Anna Karenina’yla bir araya gelseydi mesela ne konuşurlardı?
Anna Karenina hayatımın kadınlarından, Rosa Luxemburg gibi, Joyce Carol Oates, Angela Carter ya da Sevgi Soysal ve Gülten Akın gibi. Onları düşünmeden geçen bir günüm yoktur desem... Mina ve Lal’in yerleriyse apayrı, onları sevmeseydim yazamazdım. Kurmaca kişilerimizi içselleştirmeden, iç dünyalarına girmeden onları sahici ve inandırıcı biçimde yazabileceğimizi sanmıyorum. Anna Karenina, Lal’in yoluna çıkmazdı. Çünkü yaşanan hayatlar, yolların birbiriyle kesişmesini neredeyse olanaksızlaştıracak kadar farklılaşmış durumda.
1981 yılından beri yayıncılık dünyasının içindesiniz ve aynı zamanda edebiyat eleştirmenisiniz. Muhalifliğin reklam aracı olarak kullanılmasının sizdeki karşılığı nedir?
Bunun yapılabileceğini sanmıyorum. Ama kendi işine kapanan çalışkanlıktan da, alçakgönüllülükten de uzak bir toplum bu. Oysa nitelikli edebiyata giden kestirme yollar yok. Yazmak çok ama çok zor ve o kadar çok çalışmayı gerektiren bir iş. Yazdığı romanın niteliğini değil de nerede ne kadar bulunup satıldığını merak edenlerin dünyası farklı bir yerde.
"Bir yazarın popüler edebiyat içinde yer alması tuhaf"
Bir yazarın ya da şarkıcının “popüler edebiyat” içinde yer almasını nasıl buluyorsunuz?
Tuhaf buluyorum. Hiç kimse sizi edebiyatın niteliğini ayağa düşüren dergilerde yazmaya da, sahneye çıkmaya da zorlamıyor. Ama hiç değilse nitelikli edebiyatla düzeyini piyasanın isterlerine uyduran edebiyat birbirinden ayrılabilsin. Geçenlerde Hikmet Hükümenoğlu’nun twitter’da bu konuda yazdıklarını gördüm. “Şarkı söyleyen herkesin bir dergide yazı yazma mecburiyeti olmasına çok üzülüyorum. İnşallah günün birinde tersi de başımıza gelmez,” diyordu, durumu pek hoş anlatmış o.
Bazı yazarların aynı tarzda, aynı dilde yazıp aynı konulardan bahsettikleri kitapları var, sadece karakterler farklı. Bu durum sizce bir “patinaj” mı yoksa böyle de edebiyatta sağlam bir yol alınabilir mi?
Bizim edebiyatımızın son zamanlardaki en önemli sorunu birbirinden ayrılması gitgide zorlaşan metinlerin çoğalması. Birbirine benzeyen biçimlerde ve dillerde yazılmış, apayrı dünyalara açılmayı pek düşünmeyen, aceleci bir edebiyatımız var bugün. Bir ortalama çizgi çizilmiş, herkes oraya tutunmuş ve sanki kimse oradan ayrı düşmek istemiyor. Oysa dünyada neler yazılıyor, kurmacanın sınırları hiç bilmediğimiz dünyalara nasıl yelken açıyor, oralarda neler aranıyor araştırılıyor, bunlarla ilgilenen yazarlar çok az. Bu ülkede bir günde yaşananların bir yılda yaşanmadığını söylediğimiz ülkelerin edebiyatlarında ne denli şaşırtıcı, parlak romanlar yazılıyor, okurların ve yazarların büyük çoğunluğu farkında değil gibi. Burada yaşanan çok sert hayat, acılar ve yakıcı sorunlar öykülere romanlara çok az girerken sade ve sıradan bir hayat yaşandığını düşündüğümüz yerlerde, sözgelimi Anglosakson dünyada yazarların insana ve insan ilişkilerinin derin yapılarına ne denli etkileyici romanlar ve öykülerle girdikleri daha yakından izlenebilse. Belki bir şeyler değişir.
Döneme bakıldığında “edebiyatta biat kültürü” diye bahsedilecek kadar endişelendirecek bir algının gücünden bahsedebilir miyiz?
Gezi Direnişi sırasında çalıştığı kurumlar içinde dik bir duruş göstermeyenlere, kendi düşünceleri doğrultusunda tavır almayanlara yönetilen eleştirilere, “iş ve geçim kaygısı” öne sürülerek karşı çıkanlar az değildi. Demek boyun eğmek olağandır ve önerilebilir. O zaman bin yıl böyle yaşanır, başka türlü olabilir mi ve bu ülkede ’68 kuşağı’ hangi idealler için kendini feda ederek nasıl yaşadı ve bu ülkenin tarihinde en çok şiddet gören kuşak olan bizim kuşağımız hangi karşılıksız özverileri göze alarak olumlu değerlerin taşıyıcısı olmayı hâlâ sürdürebiliyor. Ama bunların doğrudan edebiyatla ilgisi yok ve sözünü ettiğiniz “biat kültürü” ile edebiyat ve yazarlar arasında doğrudan bir bağ olduğunu da düşünmüyorum. Toplumsal bir sorun o. Edebiyatçılar her şeye rağmen bu hastalıklı toplumun en sağlam topluluklarından.
Semih Gümüş hakkında1956’da Ankara’da doğdu. 1971’de Ankara Fen Lisesi’ne girdi, 1981’de AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi, ilk yazısı aynı yıl Yazko Edebiyat dergisinde yayımlandı. 1981-1985 yılları arasında Yarın dergisinin, 1995-2005 yılları arasında AdamÖykü dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Pek çok derginin kuruluşunda, yönetiminde yer aldı. 2006 Aralık ayında Notos dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Eleştiri ve deneme kitaplarının yanı sıra, öykü antolojileri hazırladı. |
(AÖİ/EA)