1970 yılıydı galiba... Aydın Nazilli Lisesi'nde birinci sınıf öğrencisiydim... Okula yeni başlamıştım, "Nerelisin?" diye sorulduğunda, Mardinli olduğumu söyledim ve hemen dışlandığımı hissettim. Ceketimin altında bir yerlere bakmak istediklerini, kuyruk arandığını daha sonra arkadaşlarla sohbet ettiğimde öğrenmiştim. Çünkü onlara göre "Kürtler kuyrukluydu"... O günlerde, bu olaydan sonra Kürt kimliğine sahip çıkmak için siyasete başladım.
'80'den sonra avukat oldum ve Cizre'de yaşadım. Şırnak İnsan Hakları Derneği Başkanı olarak riskli bir kulvarda mesleki faaliyet yürüttüm. Öyle günlerdi ki, her sabah, evden çıktığımda akşam eve gelemeyecek olmanın kabulü vardı.
20 Ekim 1991'de SHP - HEP ittifakından, Halkın Emek Partisi listelerinden, Şırnak milletvekili olaraka parlamentoya girdim. Aslında, seçilmeden önce başımıza neler gelebileceğini biliyorduk. Seçimler öncesinde yemin töreninde kriz yaşanacağı, bir kaos doğacağı medya tarafından sürekli işleniyordu. Dolayısıyla 20 Ekim 1991'de başlayan ve 2 Mart 1994'te sonuçlanan "parlamento serüveni", bizim açımızdan, Kürtler açısından belki biraz maceraydı ancak yine de sürprizlerle dolu bir süreç değildi. Herkesin beklentisi farklıydı... Mesela, SHP'nin niyeti bizi kendi içinde eritmekti. Sayın Erdal İnönü bundan birkaç yıl önce yayınladığı Anılar adlı kitabında bu konuyu açmıştı.
Peki, biz bu süreçte neler istemiştik: Birincisi, anayasa değişikliğini istemiştik. Kürt meselesinin, şiddetle çözülemeyeceğini, artık isyanın da inkârın da bu sorunun çözümünde haklı olmaktan uzak olduğunu söylemiştik. Koruculuk sisteminin kladırılmasını önermiştik. Özel timin kendi görev alanlarına çekilmesini, devlet içindeki paramiliter örgütlenmelerin tasfiyesini istemiştik. Gladio'ya vurgu yapmışve Susurluk Çetesi'ni daha o günlerde deşifre etmiştik. Mesela Sedat Bucak ve ekibini parlamento düzleminde ilk kez biz dillendirmiştik. En önemlisi, Kürt halkının demokratik hak ve özgürlüklerinin anayasal güvence altına alınmasını istemiştik.
Hakkımızda fezleke hazırlanırken, örgütle organik ilişkiyi birebir olumlayan ciddi bir veri yoktu, ama bir sürü senaryo vardı. Sahte belgeler düzenlenmişti. Koruculardan baskı zoruyla aleyhimizde ifadeler alınmıştı. Biz koruculara koruculuktan vazgeçmelerini söyledik ama bunu alıp dosyaya yapmazsanız "PKK sizi öldürür" gibi tehdit de ilave ederek sunmuşlardı. Dokunulmazlığımızın tartışıldığı dönemde zaten biz kendi aramızda "Bize ne yaparlar?" sorusunun yanıtını tartışıyorduk. Önümüzde iki seçenek vardı; sürgüne gitmek veya burada, mücadeleye, ucu idama kadar uzansa da devam etmekti.
Ali Kırca'nın "Siyaset Meydanı"na katılmıştım 2 Mart'tan önce. Orada, "Yurt dışına çıkmayacağım, Meclis'e gideceğim, muhtemelen dokunulmazlığım kaldırılır" demiştim. Programdan sonra eve geldim, çocuklara açtım konuyu. "Ne istiyorsunuz, ne yapalım?" dedim. Onları yönlendirmemek için kendi düşüncelerimi söylemedim. "Burada kalırsak cezaevine girebilirim, 15 yıl yatabilirim, idam edilebilirim, bir daha hiç kucaklaşamayabiliriz. Bir de sürgüne gidebilirim, daha sonra sizi alabilirim, Avrupa'da kalabiliriz, 10-15 sene sonra döneriz belki de. En kötüye ne dersiniz?" diye sordum. Eğilimimin ne olduğunu öğrenmek istediler ve çok ısrar ettiler bu konuda. Ben gitmekten yana olmadığımı söyledim. Sonucu ne olursa olsun burada göğüslemek niyetinde olduğumu ifade ettim. Eşim ve çocuklar hiç tarışmadan "Tamam" dediler. "Bu bizim de içselleştirdiğimiz bir karardı. Ama küçükb ir ihtimal dahi olsa, senin gitmek isteyebileceğini düşündüğümüzden kararımızı sana açmamıştık. Biz de senin gibi düşünüyoruz" dediler ve kalmaya karar verdik.
20 Ekim 1991'den sonra - Nusret Demiral'ın Cumhuriyet Başsavcılığı, Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürlüğü, Tansu Çiiller'in Başbakanlığı ve Doğan Güreş'in Genelkurmay Başkanlığı döneminde- yayınlanan gizli bir iç genelge vardı. O genelgedeki tedbirlerin birçoğu hukuki destekten yoksundu. Amaç, başta DEP olmak üzere, tüm muhalif grupları Kürt olsunlar ya da olmasınlar- bir biçimde susturmaktı. Önce gazeteleri kapatmakla, bombalamakla başladılar, daha sonra il başkanlarımızı, yöneticilerimizi, partilerimizin üyelerini, faili meçhul cinayetlere kurban etmekle, tutuklamakla, gözaltına almakla, bizi bölge gezilerinde daha çok sınırlamak ve kuşatmakla süren, bugün düşünürken bile tüylerimi diken diken eden hukuk dışı uygulamalar vardı. İşte bunun bir parçası da Demokrasi Partis milletvekillerinin bir biçimde susturulmasıydı. Bu susturulma konseptinin en uç noktası fiziksel imhaydı.
Dolayısıyla dokunulmazlığımızın kaldırılması bizim için çok bilinmez, sürpriz bir sonuç değildi. Dokunulmazlığımın kaldırılacağı günün sabahında, saat yedi gibiydi, Yalçın Doğan aradı, dedi ki, "Zaten bugünkü gazetelir okuduğunuzda göreceksiniz, dokunulmazlığınızın kaldırılacağı ve tutuklanacağınız söyleniyor. Ne diyorsun?" Yalçın Doğan'a "Evet böyle bir şey olabilir ama eğer bu olursa hukuki olmaz" dedim. O da "Siz her ne kadar öyle deseniz de ben bunun, devletin tepesinde bir karara dönüştüğünü ve dokunulmazlığınız kaldırıldıktan hemen sonra da gözaltına alınacağınızı tahmin ediyorum" dedi. Bunun üzerine Parlamento Kanunlar Kararlar Genel Müdürlüğü'nü aradım. Karar kesinleşmeden dokunulmazlık operasyonunun işleyiş açısından mümkün olmadığını söylediler. Sonra arkadaşlarla görüştüm, onlara bilgi verdim. Gözaltına alınabileceğimizi hatta tutuklanabileceğimizi söyledim.
Ve gittik dokunulmazlık oylanmasında savunmamızı yaptık, düşüncelerimizi açıkladık. Ara verildi. Benim savunulmayı bekleyen üç dosyam daha vardı. 17.02'deki aradan sonra, Ahmet (Türk) Bey'in kullandığı, içinde Leyla (Zana) Hanım'ın da olduğu otodan, parlamentodan çıkarken gözaltın alaındım. O bildiğimiz 2 Mart görüntüleri ortaya çıktı. Parlamentodaki muhabir ve gazeteci arkadaşların bilgilendirmesi sonucu Hatip (Dicle) Bey'in gözaltına alındığını öğrendik. Dolayısıyla parlamentodan çıktığımda gözaltına alınacağımı biliyordum. Bu süre içinde, yarım saat kadar bu durumu değerlendirme olanağımız oldu. Ahmet Bey ve Leyla Hanım'la ayaküstü görüştük. Otomobile bindikten sonra da gözaltına alındığım ana kadar tartıştık. İsteseydim o gün parlamentodan çıkmayabilirdim. Ama ben, "Çıkalım" dedim. Çıkmadan önce de muhtemel bir şiddet ya da güç kullanımında ne yapabileceğimi, refleksimin ne olması gerektiğini kendi içimde kararlaştırmıştımı. Bana arabadan çıkın eklifi çok kibar gelmedi. Baktılar böyle camdan. Zaten hemen camı açtık. "Aşağı iner misin Orhan Bey?" dediler. "Neden?" diye sordum. "Gözaltına alınma kararınız var. Sizi karakola davet ediyoruz" dediler. "Yaptığınız skandaldır, ben hukukçuyum, milletvekili olmanın ötesinde ve benim henüz kapanmayan iki dosyam, savunma yapmam gereken üç dosyam daha var. Üstelik bu dokunulmazlığımın kaldırıldığı dosyadaki karar da kesinleşmedi. 15 günlük itiraz mühleti var. Böyle bir uygulamanın herşeyden önce biçimsel olarak şık olmayacağını, özünde de hukuksal olmayacağını bu nedenle inmeyeceğimi" söyledim. "İnmezseniz güç kullanırız" dediler.
Muhtemel bir gerilim, halkı daha çok incitecek, tahrik edecek, belki de halklar arası kin, nefret ve öfkeyi besleyecek bir duruş bana yakışmaz, diye düşündüm. Belki beni bu görüntüler popüler kılabilirdi. "İşte bakın, direndi, gitmedi, sürükleyerek götürdüler." Bunu yaratabilirdim isteseydim. Ancak bu olgun bir siyasetçinin yapmayacağı bir şey olurdu. İndim. Polis memuru ensemden tuttu, arabaya doğru yürüdük. Sonra arabada şiddete devam etti. Başımı öndeki koltuğun altına yerleştirmeye çalıştı. Belimde silahım vardı. Onu aldı. "Şuna bak bir de silah taşıyor, bizi mi öldürecektin?" dedi ve dipçikle sağıma soluma vurmaya başladı. Parlamento kavşağını döndüğümüzü hatırlıyorum, tam ışıkların yanına geldiğimizde bizi iki eskort izliyordu. Emniyet amiri rütbesinde bir güvenlik görevlisi, bana yapılan bu güç ve şiddet kullanımından rahatsızlık duydu. Camı açtı, "Terbiyesiz, ne yapıyorsun sen?" diyerek hakaret etti o polis memuruna. Sonra polis memuru fiziki şiddetten vazgeçti ama küfürler, hakaretler devam etti. Bizi izleyen araçta da küfür eden güvenlik güçleri vardı. Öylece Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne kadar geldik. Bu görüntüler toplumda bir rahatsızlık yarattı. Süleyman Demirel bile "Özü doğru ama biçim iyi olmadı" dedi.
17 gün kaldık Terörle Mücadele'de. 16. gün savcılığa getirildik. Sabah altıdan akşam saat yediye kadar beklememize rağmen sorgumuz yapılmadı. 17. gün tutuklandık. Sorgulandık. Örgütsel ilişkilerimizi, örgütün üyeleri olduğumuzu, özellikle benim evimde bir PKK'lı militanı barındırdığımı, diğer arkadaşlarımın zaman zaman seyahatlerinde PKK'lilerin onlara eşlik ettiğini, PKK'nin sloganlarının atıldığı meydanlarda, alanlarda konuşmalar yaptığımızı, kitlelerin "Biji Serok Apo" sloganları attığını, bütün bunlarda sorumluluğun bizim parlamenter dokunulmazlığımızın ötesinde bir anlam ifade ettiğini söylediler. Oysa bizi mahkûmiyete götüren -deliller diyelim- hiç biri hukkui olarak, ahlâki olarak dedil saylımayacak nitelikteydi. O dönemin siyaset konsepti kararı verdi, DGM o kararı tescil etti. Ve bizi 15 yıla mahkûm etti.
İlk gün, savcı bizi makam odasında kabul etti. Zaten arkadaşlar emniyetteyken grubun sözcülüğünü bana vermişlerdi. Tututkalnamdan, sanıyorum bir gün önce Hürriyet gazetesinde, "Ulucanlarda Hilton Koğuşu DEP'liler için hazırlandı" diye bir haber yayımlanmıştı. Savcı iki seçeneğimizin olduğunu söyledi. Bizim için bir yer ayrıldığına vurgu yaptı ama isterseniz genel koğuşlardan birin de geçebilirsiniz fakat güvenlik açısından biz sizi oraya vermeyi düşünmeyiz, dedi. Kısaca, belirlenen koğuşta kalacaksınız, demişlerdi. Koğuşa gittim, gördüm. Herhalde 12-13 metrekarelik bir koğuş, bir metrelik bir koridoru var. Mutfağı yok, banyo, tuvalet içiçe, banyosu 1.5 metrekare, çok küçük. Üç katlı, dokuz kişilik ranza düzeninde hazırlanmış. Dört kişinin yemek yemesinin bile mümkün olmadığı kadar dar bir alanda küçücük bir masa ve bir soba vardı. Beyaz çarşaflar renk değiştirmiş, çay dökülmüş gibiydi. Tavan boyasız. Havalandırması çok küçük... Savcının odasına dönerken ne söyleyebilirim diye çok düşündüm. Arkadaşlara, "Çok iyi zaten dün Hürriyet'te okumuştuk. Hilton'u hazırlamışlar. Sağolsun savcı bey de müdür bey de çok iyi tefriş etmişler" dedim. Hadi o zaman gidelim dediler heyecanla. İlk içeri giren Sırrı Beydi yanlış anımsamıyorsam. Sonra Mahmut (Alınak), Ahmet (Türk) girdi, en son koğuşa ben girdim. Sırrı (Sakık), "Eyvah! Bu ne hal? Her taraf sidik kokuyor, leş gibi bir rutubet kokusu var, çok izbe bir yer burası. Resmen kodes, hani Hilton filan diyorlardı?" dedi. "Seçenek bu" dedim.
ABD'den bakanlık düzeyinde bir yetkilinin Türkiye'ye geleceği, Leyla Hanım'ı cezaevinde ziyaret edeceği bilgisi medyaya yansıyınca, idare apar topar bizim cezaevi koşullarımızı iyileştirmek istedi. Zaten kaldığımız yerde soluk alamayacak durumdaydık. Aylar geçmiş, mayıs - haziran ayları gelmişti, savunmalarımızı hazırlamamız gerekiyordu. Koşullar da çok uygun değildi. Leyla Hanım'ı o ara yalnız başına bir koğuşa almışlardı. Onun koğuşu biraz daha genişçe, büyük ve ferahtı. "Ben koğuşumu erkek arkadaşlarıma vereyim, beni de bir başka koğuşa alın" dedi. Leyla Hanım böylece 10 yıl güneş görmeyen bir koğuşa geçmiş oldu.
Geçtiğimiz yeni koğuşun tuvalet, banyo ve mutfağını yaptırdık. Sırrı Bey, dedi ki, "Sen ne yapyorsun, burada üç, beş sene kalacağımızı mı sanıyorsun?" Ben de "Belki sizin için zaman üç, beş ayla sınırlı olabilir ama bence bizim yolumuz çok uzun. Ve ben o uzun yol öngörüme uygun birtakım değişiklikler yapacağım" dedim. Zaten arkadaşlar bu inisiyatifi sağlamışlardı. Gerçekten tarih beni haklı çıkardı. Sakık ve Alınak dokuz ay, Yurrtaş ve Türk 15 ay, biz 10 yıl sonra tahliye olduk.
Aslında sürgüne gitmemeye karar verdiğim gün cezaevine alışmıştım. Hayatının 15 yılını ceza avukatlığı yaparak geçirmiş biri için cezaevinin içinde yada dışında olmak arasında düşünsel olarak çok büyük bir fark yoktu.
Yine de cezaevinde iki şeyi çok özlemiştim; bir yalnızlık, iki uzaklık. Çünkü cezaevinde uzağınız yok... En uzak yer koğuşunuzun duvarı, en uzak yer arkadaşınızın ranzası, en uzak yer havalandırma ve bir de gökyüzü... Bu yüzden uzağı çok özlemiştim. İkincisi yalnızlık... Hiç yalnız kalamıyorsunuz. Arkadaşlarınızla yemek yiyorsunuz, birlikte kitap okuyorsunuz, birlikte yatıyorsunuz, birlikte top oynuyorsunuz. Avukat yerine , ziyaretçi yerine gardiyanlarla gidiyorsunuz. Hayat sizin için çoğul ve kolektif. Yalnız kaldığınız zamanlar ancak yorganı başınıza çektiğiniz zamanlar ki, o bile yalnızlık değil bence. O bakımdan yalnızlık ve uzaklık benim çok özlediğim, yaşanması gereken iki uyguydu o zamanlar. Çıktıktan sonra uzaklık duygusunu aştım ama yalnızlığı ne yazık ki henüz aşamadım.
9 Haziran 2004'te tahliye edildik. Saat beş gibiydi, ben ve Selim Bey koğuşta sohbet ediyorduk. Hatip Bey de volta atıyordu. Bir müdür geldi beraberinde iki gardiyan, infaz koruma memuruyla. "Ne yapıoyrsunuz ağabey?" dedi. "Sohbet ediyoruz" dedim. "Ne duruyorsunuz?" dedi. "Niye, ne yapmalıyız, bir şey mi var?" dedim. "Siz tahliye oldunuz. Haberiniz yok mu? Televizyonu açar mısınız?" dedi. Televizyonu açtık altyazı geçiyor. Tabii ben daha diğer arkadaşları kutlamadan Leyla Hanım'a gittim. O gün de Leyla Hanım'ın yanına bir - iki doktor gelmişti sağlık durumunu öğrenmek için. Haberi verdim ve dedim ki, "Ben sizin bu öngörünüze hayran oldum, tahliye oldunuz. Geçmiş olsun, gözünüz aydın koca bir on yılı geride bıraktık." Baktım hiç sevinen biri yok karşımda. Sanki bir şey olmamış gibi. "Refleksiniz böyle olmamalıydı" dedim. Leyla Hanım, "İçimde bir burukluk var. Biz belki tahliye olacağız ama içeride binlerce insan kalacak" dedi. "Haklısınız, bu durum benim de içime oturdu." Onun yanında kalan hasta birbayan arkadaş vardı. Onu yalnız bırakmak zournda kalacaktı. Döndük. Zaten toplanacak bir eşyamız yoktu. Kitaplarımızı aldık ve çıktık.
Çıktıktan ancak üç, beş hafta sonra çıktığımın farkına vardım.Daha sonra kendimizi çok yoğun bir siyasi trafiğin içinde bulduk. Yoğun bir ziyaretçi trafiği vardı. Sağlık sorunlarımızı çözememiştik. Hayat ve cezaevi arasındaki farkı tahlil edebilecek bir yalnızlık ve paylaşım söz konusu olmadı. 9'unda tahliye olduk, 13'ünde bölge gezilerine gittik. Bölge gezilerinen döndük. Demokratik Toplum Hareketi'nin etkinliklerine katılmaya başladık. Bir sürü il, ilçedolaştık, halkla buluştuk. Yürümeyi, merdiven çıkmayı unutmuştuk. Çünkü merdivenle çıkabileceğiniz bir mekan değil cezaevi... Yalnızca yakın ve düz gittiğiniz bir yer... Yıllarca uzak mesafe yürümediğimizden elle metr eyürüdükten sonra başımız dönüyordu. Zağa, ufka bakınca gözlerimizde uçuşmalar oluyordu. Zaten deneyimli olanlar ve hekim arkadaşlar, "Alıştıra alıştıra bakın uzağa, yavaş yavaş yürüyün" diye uyarmışlardı bizleri.
Ben herşeyden önce bir sosyalistim. Dolayısıyla sadece Kürtleri savunmak değil, insanlığı savunmak genel yaklaşımım ve felsefem. Ama bunu içinde çok özgün bir yeri olan Kürt halkının verdiği demokratik, haklı ve meşru mücadele var. Bu mücadeleye başladığımdan bugüne kadar çocuklarım ve ailemle olan ilişkilerimde oldukça özgürlükçü ve bağımsız bir destek gördüm. Eğer bugün bulunduğum yer eşittir bir başarı ise -ki ben çok böyle olduğumu düşünmüyorum dah ayapacak çok şey olduğuna inanıyorum- bu başarıda benden çok çocuklarımın ve eşimin, ailemin ve yakınlarımın desteği var. Artık onlar sahip olmadıkları bir Orhan Doğan olduğunu biliyorlar. Orhan Doğan kendilerine ait değil. Belki fizyolojik olarak, belki resmi olarak bir baba - evlat ilişkisi mutlaka var, karı - koca ilişkisi, eş ilişkisi mutlaka var ama biliyorlar ki, Orhan Doğan hiçbir zaman onlara ait değil. Orhan Doğan'ın ait olduğu değerler var, halklar ve onların verdiği mücadele var. Ve bu mücadelenin getirdiği risk, onlar için de yaşamın bir parçası. Bu bakımdan çocuklarımla ve ailemle olan ilişkileirm, verdiğim mücadelede beni tetikleyen bir konumdadır.
Şimdi biz ekstaradan yaşıyoruz belki de...
Ölümü göğüslemek isteyen insanlar, öldürülen arkadaşlarımız oldu.
Bizimki belki de hayatın KDV'li yıllarıdır...
Ben de bir Mehmet Sincar olabilirdim.
Demek ki, Mehmet Sincar öldükten bugüne kadar ki hayatım, benim için ekstra bir yaşamdır. (BB)
* Bu yazıyı, Orhan Doğan imzasıyla İletişim Yayınlarından çıkan "Yarıda Kalan Hayat - Nîv Jîyan" adlı kitaptan alıntıladık.