Başlangıç, bianet'e şunları söyledi:
"Göz önünde olan, mağdurları bulunan, failleri belli olan olayları yalanlamakla bölgenin sorunu çözülemez.Yıllardır hep aynı şeyler yaşandı. Sorunun altındaki gerçek ortaya çıkana kadar da, o kentin valisi ya emekli oldu, ya başka kente atandı ya da merkeze alındı. Korkarım buradaki iddialar kanıtlanana kadar da aynı süreç yaşanacak.
Bölgeye ilişkin çok sık yaşadığımız ortak bir tavır bu. Mülki amirler olayları araştırıp gerçeği bulmak, yurttaşların haklarını savunmak yerine güvenlik güçlerinden aldıkları bilgilerle, yaşanan insan hakkı ihlallerini gizlemeye çalışıyorlar.
1989 yılında Yeşilyurt'ta köylülere dışkı yedirildiğinde de böyle oldu. 2005 yılında Kızıltepe'de 12 yaşında bir çocuk terörist diye 13 kurşunla öldürüldüğünde de aynısı oldu."
Başlangıç'ın, 21 Şubat'ta Radikal'de yayınlanan yazısı ise, şöyleydi:
'Olağanüstü Hal' kenti25 yıl sonra Tunceli'de olağan hale geçildi, ama muhtarların ve eski baro başkanının başına gelenlere göre durum iyi değil. Yaşananlar, akla 'OHAL geri mi döndü?' sorusunu getiriyor.
Yörenin sözü geçen aşiretlerinden Kureyşanların yaşadığı 'Pule Dewresu' köyündendi. Bir uçurumun başında kurulmuştu köy ve Türkçe anlamı 'Dervişler Tepesi'ydi. Bölgedeki her yerleşim birimi gibi Tunceli'ye bağlı köyünün adı da 'Türkçeleşmiş', 'Erdoğdu' olmuştu.
Tunceli'de geçen ilk, orta ve lise yıllarında başarılı bir öğrenciydi. İlk tercihi Ankara Hukuk Fakültesi'ydi. Kazandı. Öğrenci derneğine üye oldu. Özerk-demokratik üniversite mücadelesinde yerini aldı. Siyasal nedenlerle birkaç yıl ara verdiği okulu, 1995'te çıkan bir afla bitirdi. O yıl tutuklandı. Kısa bir süre sonra serbest kaldı.
'Bunlar Tuncelili, ne yapayım?'
Fakültede kalmak, kamu hukuku bölümünde öğretim üyesi olmak istiyordu.
Ama, 'Dersimli kimliği'nin pek çok yerde olduğu gibi burada da engel olduğunu düşünüyordu: "Koca fakültede Alevi asistan bile yoktu. İlk yıl, rutin bir kontrolde kimliklerimize bakıldıktan sonra merkeze bilgi veren polis, 'Amirim bir şey görünmüyor, ama Tuncelililer, ne yapayım?' diye sordu. Anlayacağınız üniversitede bir kürsü hayaldi aslında. Bu hevese son vererek avukatlık yapmaya karar verdim."
"Kendi insanıma hizmet vermeliyim" diyerek 1998'de Tunceli'de bir büro açarak avukatlığa başlar. O dönem Tunceli'de baro kuracak sayıda avukat olmadığından Elazığ Barosu'na kayıtlıdır. Ama avukat Hüseyin Aygün'ün ilk hedefi, Tunceli'de kendi barolarını kurmaktır. Çalışmaları hemen başlatır. Birkaç ay içinde baro kurulur. Aygün de baronun başkanı olur.
Adalet adına mücadele
Anlatılanlara göre dönemin başsavcısı Aygün'ün baro başkanlığına sıcak bakmaz. Avukatların yazıhanelerini dolaşır tek tek. O tarihte daha 30'una bile gelmemiştir Aygün. "Yaşlı bir avukat baro başkanlığına daha uygun olur" diyerek seçim sonuçlarını etkilemeye çalışır, ama sonuç değişmez.
Bölgede insan hakları ihlalleri had safhadadır. Baro çok şey kazandırır kente. Boşaltılmış köyler, işkence ve kötü muamele yakınmaları, patlayan bomba ve mayınlarla ilgili etkin çalışmalar yapılır.
Aygün ikinci kez baro başkanlığına seçilir. Gözaltında kayıplar, 'nineler çetesi', zorunlu göç gibi konularda da avukat olarak dikkatleri üzerine çeker Aygün. Yaşama ve mesleğe bakışını Martin Luther King'in bir sözü en iyi biçimde anlatmaktadır:
"Herhangi bir yerdeki adaletsizlik adaleti her yerde tehdit eder."
İki dönem sonra baro başkanlığından ayrılan ve kentin etkin avukatlarından biri olan Aygün'ün başında 'karabulutlar' dolaşmaya başlar. Aslında bu bir süredir tüm kentin üzerinde dolaşmakta ve yörede yaşayanları tedirgin etmektedir. Sonunda Aygün ortaya çıkar ve "Birkaç aydan beri halk üzerinde baskı ve huzursuzluk kaynağı haline gelen Tunceli İl Jandarma Alay Komutanı, geçen hafta, mesleğime ve kişiliğime yönelik hakaret, tehdit ve şantaja varan birtakım hukuksuz girişimlerde bulunmuştur" diyerek, 'Komutan ne yapmak istiyor' sorusunu gündeme getirir.
Komutan tehdit ediyor
Aygün'ün anlatımına göre, alay komutanı 3 Şubat 2005'te bir yakınının çalıştığı işyerine gider. Aygün için 'Devlet düşmanı', 'Her taşın altından o çıkıyor', 'Onu fiziken ortadan kaldırmayacağız ama kısa zamanda öyle bir itibarsızlaştıracağız ki göreceksiniz' gibi ifadeler kullanır.
Bunun üzerine Aygün, alay komutanını arayarak randevu talebinde bulunur. Komutan, Hüseyin Aygün'ü 7 Şubat günü saat 12.00'de makamında kabul eder. Konuşması, yakınının aktardığı tondadır:
"Seni iyi tanıyoruz, her taşın altında sen varsın. Bizim kurumumuz yönünden imajın çok olumsuz. Senin ailen çok iyi, ama sen niye böylesin? Her olayda karşımıza çıkma. Tamam, mesleğini yapıyorsun ama artık yapma, yeter, bırak başkaları yapsın."
Aygün de komutana mesleğini sorgulamaya hakkı olmadığını, yaptığı her işin yasal olduğunu, bir suç varsa yetkisini kullanması gerektiğini söyler. 11 Şubat'ta, Aygün'ün bürosuna sivil üç jandarma gelerek, komutanın tekrar görüşmek istediğini iletir. Saat 15.00'te de alay komutanı arar: "Elimizde, hakkında sağlam delillere dayanan bir çalışma var. Bu defa kurtulamazsın, mesleğini kaybedeceksin. Bu belgeleri savcılığa vermekte tereddüt içerisindeyiz, eğer bizi dinlersen seninle anlaşabiliriz."
Aygün, 13 Şubat'ta bir toplantıyla yaşadıklarını anlatır. 15 Şubat'ta da Cumhuriyet Alanı'nda Tunceli Barosu Başkanı Bülent Taş, Aygün'ü destekleyen bir açıklama yapar. Toplantıya Aygün'ün meslektaşlarının yanı sıra yüzlerce kişi katılır. Ellerinde, 'Dersim halkı' imzalı, kocaman 'Baskılar bizi yıldıramaz' yazılı pankart vardır.
Zaten kentin adı bile sorunludur. Resmen Tunceli'dir. Ancak burada doğan kimse 'Tunceliliyim' demez. 'Dersimliyim' der. Böyle deyince de Türkiye'nin batısındaki pek çok kişi 'Dersim de neresi?' diye sorar.
Aslında bu yaşananlar bardağın taştığı noktadır. Yöre insanı, bir süredir yaşanan barış sürecinin yine sertleşmeye, geçmişin kanlı sürecine doğru sürüklenmeye başlamasının tedirginliğini yaşamaktadır. Çünkü yeni alay komutanıyla birlikte gergin bir sürece girmiştir yöre insanı. Görev değişikliğiyle birlikte muhtarlar tehdit edilmiş, bazılarının ellerindeki mühürler zorla alınmıştır. Yöre insanı, söz konusu kişinin görevden alınması ya da hakkında kamu davası açılması için savcılığa dilekçe vermiş, CHP Tunceli Milletvekili Sinan Yerlikaya, komutanın yaptıklarını Meclis' te bir konuşmayla gündeme getirmiştir.
Kentte yaşanan gerginlikler üzerine harekete geçen bazı sivil toplum örgütleri de ocak ayında bölgeye gitmiş ve yedi olay hakkında bir rapor hazırlamıştır. Heyetin inceleme konularını sıralamak bile yaşanılanlarla ilgili bilgi sahibi olmaya yeterli.
Neler olmuş, neler!
"10 Kasım 2004'te Hozat'ta düzenlenen toplantıda alay komutanı ve kaymakam tarafından muhtarlara hakaret ve tehdit iddiaları; Mazgirt ilçesine bağlı Aslanyurdu Köyü'nde Şirin Yıldırım adlı kadının askerlerin açtığı ateşle yaralanması; Mazgirt ilçesi Kızılcık ve Balkan köyleri muhtarlarından tehdit ve baskıyla istifa dilekçesi ve muhtarlık mühürlerinin alınması; Çiçekli Köyü Rovayik mezrasında İbrahim Tayam'a ait eve askerlerce roketatarlı saldırı düzenlenmesi; kamu çalışanları ve sendikaları üzerinde valilikçe yapılan baskı ve açığa alma uygulamaları; Tunceli'de yapılan 29 Ekim yürüyüşünde meydana gelen olaylar; Tunceli girişinde engellenen canlı kalkan grubuna yönelik uygulamalar..."
Bu yaşanılanlar karşısında Aygün haklı olarak, "Alay komutanının Tunceli'de görev yapan tanınmış bir hukukçuyu tehdit, provokasyon ve şantajla 'hizaya getirmeye çalışması' son derece vahim bir durumdur. Eğer insan hakları ve hukuk devleti savaşımında rol alan bir hukukçuya bu tür yöntemler uygulanabiliyorsa, sokaktaki yurttaşa ne baskılar yapılabileceği gün gibi ortadadır" demekten kendini alamıyor.
Gerçekten neler oluyor Tunceli'de? Neden olanlara karşın herkes sessiz, sedasız?
Hani bir dönemin meşhur sorusuydu, "Yoksa 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?" diye. Şimdi sormanın zamanı gelmedi mi, "Olağan hal sizi rahatsız etti, rantsız bıraktı da onun için 'Olağanüstü Hal'e mi dönmek istiyorsunuz?" diye!