Fonda kulağı tırmalayan bir tekno müzik, boş sahnede saksı içinde bir soğan ağacı ve bir oturup bir kalkıp dolaşan bir adam. Kulaklarımızı kapatmaya çalışmanın bir faydası yok, ses o kadar yüksek ki neredeyse seyircilerden biri ‘aahhh yeter ama’ diyecekken, sahnedeki adam da “yeter ama!” deyip müziği kapatıyor. Ve oyun böylece başlıyor.
Dave “ben buyum, ne olduğumu biliyorum işte; 1.83 boy ve 85 kilo. Bazen nasıl göründüğümü unutuyor, bazen kendimi “kafalı” bir insan sanıyorum ama aslında “buyum işte; 1.83 boy, 85 kilo, benim olayım bu” diyerek anlatmaya başlıyor.
Çok sevdiği karısı Lisa, bazen ona kendini aşması için “olabilsen kim olmak isterdin?” diye sorar, Dave de Tiger Woods olmak istediğini söylemesi üzerine Lisa itiraz eder. Bu kez de "Steve Jobs" der ama Lisa bunu da kabul etmez, zira o insanların zaten var olduğunu söyler. Ama bir insan hayal kurarken neden kendini denetlemesi gerekir ki? Zaten bu bir hayal değil mi?!
Kendisi bir sanat galerisinde güvenlik görevlisi. Daha önce de bir barda bodyguardmış. Ama kavga sevmeyen biri olarak bir gün barda çıkan bir kavga sonunda, canına tak etmiş ve işi bırakmış. Ardından da bu işi bulmuş. İşe başladığı gün, Dave’i henüz açılmamış sergide, galerinin ücra bir köşesinde, perdelerle ayrılmış bir bölmede sergilenen bir resmi korumakla görevlendirmişler.
Resim 4*2 metre büyüklüğünde bir çarmıha gerilen İsa resmiymiş. Dave perdeyi açıp uzaktan ilk gördüğü anda resmi ne kadar beğendiğini anlatıyor uzun uzun. “Çok etkileyici, her yerde gördüğümüzden daha içli, üzücü” Fakat yaklaştıkça görüyor ki çarmıha gerilmiş İsa, kesilmiş binlerce meme ucundan yapılmış. “Küçük meme uçları, büyük meme uçları, tüm resim binlerce meme uçlarından”
Şaşkınlık, inanamama, tiksinme sonrası nefret. Evet, bu nefret edilecek, işine mal olmasa parça parça edilecek bir resim. Hangi kötü ruhlu kişi, bunu neden yapmış olabilir ki. Sonra resmi yapan Martha gelir galeriye, ailesi ile. Genç, güzel, ailesi ile iyi görünen kadın, resmin önünde ailesi ile fotoğraf çektirmek için Dave’den yardım ister ve sonrasında onu yanağından öper. Ve işte algının değişkenliği. Belki de o kadar da kötü bir amaç uğruna yapılmamıştır o resim.
Çok kısa süre öncesine kadar tiksindiği resimle, önce ressamı üzerinden, daha sonra da onunla sürekli vakit geçirmiş olmasının getirdiği sahiplenmeyle başka türlü bir bağ oluşur Dave’de. “O” artık ressamdan sonra, onun resmidir.
Dave hikayesini anlatırken serginin başka bir bölümün gezen birinin “bunu ben de yaparım” demesi üzerine “Bunu ben de yaparımmış. Nah yaparsın, daha önce yapılmış zaten, gördüğün için yaparım diyebiliyorsun” diye düşündüğünü anlatır.
Sanat galerisine; bir fotoğraf, resim ya da heykel sergisine gitmiş herkes bunu bir kez söylemiştir. Biraz da modern sanatın trajedisidir bu; “bunu ben de yaparım!”
Sergi açıldıktan birkaç gün sonra Dave’in o kadar korumasına rağmen resmin saldırıya uğraması, parçalanmasına Martha’nın verdiği tepki Dave’i tekrar alt üst eder. “Onun resmi” zaten yırtılmak üzere yapılmış; provokatif olması için yapılmış, yırtıldıktan sonra gizli kameralara çekilmiş kaydının “tahammülsüzlük” adı ile yayınlanacağı bir esermiş.
Dave’deki üzüntü, öfke, umutsuzluk, hayal kırıklığı elle tutulur bir hal alır. Belki ressam bile o resmi kendisi kadar anlamamıştır.
Dave “provokatif” “o” resimle olan hikayesini anlatırken; aslında kendisiyle, tüm toplumla, toplumun sanatla, dinle ilişkisine ve sanatın toplumdaki yansımasını anlatıyor.
DOT’ta sahnelenen Nick Hornby’nin "Ben de Yaparım" adlı eserini, Serkan Salihoğlu yönetmiş ve bu tek kişilik oyunu İbrahim Selim oynamış. Oyun aslında komedi değil ama tüm süre boyunca neredeyse her sahnede kendinizi bazen kahkaha atarken, bazen gülümserken buluyorsunuz. Bu oyundaki performansı ile Afife Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Ödülü’nü alan İbrahim Selim’in muhteşem oyunculuğu oyunu tamamen başka bir yere taşıyor. İzlerken “evet gerçekten de bu Dave adında 1.83 boyunda 85 kilo ağırlığında “kafa”olmayan, iyi biri ama biraz kafası karışıkça diyorsunuz. Onunla gülüp, ona üzülmek, hatta ona hak vermek de kolay. Ellerini kullanışı, mimikler, o bakışlar her şeye gebe; ağlasak mı gülsek mi yoksa Dave’e sarılsak mı?
Oyunun sonunda Dave’in sergideki yeni görevini anlatırken soğan ağacını göstererek içli içli “Yeni görevim bu. Elbette ki çok sıkılıyorum. Çünkü bu soğan ağacında düşünecek hiçbir şey yok. Yoksa var mı?” deyişi hala kulaklarımda.
Birçok DOT oyunu izlemişimdir. Ve onları yazmaya kalksam, sanırım şöyle başlardım; DOT’un oyunları insanın suratına şiddetli bir şamar gibi çarpılır, sanki sahnedeki oyuncular gelip sizi sandalyenizde şöyle güzelce bir sarsmıştır. Hayattaki yerinizi, yaptıklarınızı sorgulamanıza neden olurlar. Gerçekte hangi karaktersinizdir? Ve kabul edelim ki hikâyeleri, gerçeğin en uç anlatımı olarak iyimser olmanın çok uzağında, karamsar ve kötümser ama çok etkileyici anlatırlar. Bittiğinde biraz gergin, biraz huzursuz çıkarsınız oyundan. Rahatsız olmuşsunuzdur.
Ama “Bunu ben de yaparım” böyle değil. Çıkarken huzursuz ya da gergin değilsin. Belki biraz hüzünlü. Daha çok düşünceli. Bu durum hikayenin gerçekçiliğine asla gölge düşürmüyor. Evet diyorsunuz dışarlarda bir yerde aynı Dave gibi insanlar var.
Dave gibi “Bir şey hakkında ne düşündüğünüzü bulmak için öyle uzun uzun uğraşmanıza gerek yok, tek yapmanız gereken insanların ne düşündüğüne bakmak. Onların hali, tavrı hoşunuza gitmiyorsa tam tersini düşünün, bu kadar basit” diye düşünen.
Mesafelere göre değişen algılar, herhangi bir şeyi yakınlaştıkça sever mi nefret mi edersiniz. Yakındakinin uzaktakinden kötü olma ihtimali nedir?
Yaptığınız eseri tamamen toplumun “hassasiyetlerine” dokunan her şeyin tahammülsüzlüğü üzerine kurgulamak toplumu mu yoksa sizi mi daha çok anlatır?
Sanat sadece provokasyon mudur? Aklımda deli sorular.
Ben geç izledim, son gösterimlere yetiştim ama umuyorum tekrarlanacaktır, DOT’u takip ediniz. (BY/HK)
* Gösterim programı için tıklayın.