Çünkü ana dil, sosyalleşme sürecine içkin bir olgudur. Yabancı dil ise, bir öğrenme edimi sonrasında ulaşılan bir kavram... Dolayısıyla sosyalleşme sürecinin yegane aracı üzerinde oluşacak tahribat, etkisini bu süreç sonucunda ulaşılacak kültürel bilinç yapısında/algıda gösterecektir.
Kaldı ki, rüyaların her zaman ana dilde görüldüğü bilgisini eklediğimizde, sadece bilinç yapısının değil, bilinç altı dünyasının da yönlendirmeye açık bir hal aldığını ve dolayısıyla düş gücünün de sınırlandırıldığını söyleyebiliriz.) Cezayir Fransa'sında, Amerika'daki İngiliz kolonilerinde, Latin Amerika'daki İspanyol varlığında, Batının Afrika'daki izlerinde vs. mevcut olan/yaşanmış bu durum, dönemin konjonktürü gereği aynı süreci izlemese/o oranda doğrudan olmasa da, farklı ideolojik aygıtlar, yönetişim mekanizmaları ve suni özgürleşim vaatleriyle yeniden işliyor; görenekler yerini toplam kalite/toplum yönetimine bırakıyor.
Bu çerçevede Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının "lingua franca"sı olan İngilizce, ABD'nin ve Batı dünyasının yeni kapitalizmdeki hâkim konumunu gösteriyor ve her defasında yeniden üretiyor.
Bu üretim geçmişinden uzak, bir kariyer imkanı, gelecek umudu olmayan; rekabet halindeki faktörlerin ve esnek üretim yapılanmalarının arasında yolunu bulmaya çalışan bireyin, görünüşte iktidar yüklü parlak, ama diğer yandan mat dünyasının üretim süreciyle paralel ilerliyor.
Bu üretim süreci bireyler üzerinden işlediği, bireysel vaatler, bireysel düzlemdeki çalışma/çıkar ilişkileri ve bireysel iyi niyet gösterileri -ki, hiçbir toplumsal edim, niyetle açıklanamaz çünkü tüm aktörlerin yaptıklarını meşrulaştırdıkları bir iyi niyet alanı mevcuttur.
Kaldı ki, her şey niyetlerle açıklanacak olsaydı bilime gerek kalmazdı-, ödüllendirmeler, motivasyon yapıları vasıtasıyla işlediğinden ortada bireyi aşan, topluma ait ortak bir tarih anlatısı kalmıyor.
Bireylerin, kendi yaşam öyküleriyle eklemlendikleri toplumsal deneyim, değersizleşiyor; "sosyolojik muhayyile" psikolojik bir alana hapsoluyor ve toplumların/halkaların "ses"i duyulamaz hale gelince de liberallerin "tarihin sonu" tezleri için uygun bir alan yaratılmış oluyor.
Birey ile toplum arasındaki ilişki vasıtasıyla kurulan ortak deneyim sürecinin önemsizleştirildiği, geçmiş ile gelecek arasındaki bağlantının koptuğu, geleneklerinden dolayısıyla geleceğinden koparılarak bulunulan an'a odaklanmış bireye vurgu yapılan Tarihin bu son noktasının, tarihsel materyalizm için bir başlangıç olabileceği hususunu da unutmamak gerekir.
Gadamer'in, "insanın kendisinin farkında olma durumu, tarihin kapalı devresinde bir an belirip sönen bir ışık gibidir" sözü, devrenin kapalı olduğu bu dönemde ışığını ve mücadele anlatısını bekliyor.
Bilim öğretimi/eğitimi yapılan dolayısıyla bilimin yapıldığı coğrafyanın kültürel değerlerinden zorunlu olarak beslenmesi gereken ve yine bu bilimsel arayışın sonuçlarını yine o coğrafyanın ekonomik ve bilinç yapısında gösterecek ve en nihayetinde meşruluğu, içinde bulunduğu toplumun kaynaklarında olan üniversite, eğitim formasyonunu gerçekte bilinmeyen bir dil üzerinden dolayımladığı takdirde aslında bilim yapmıyor; başka bir kültürün ürününü aktarıyor/uyarlıyor demektir.
Bu doğrultuda her kültürün, aslında çok katmanlı/boyutlu bir dünyayı anlama çabası olduğunu düşündüğümüzde; aslında başka bir kültüre ait, o kültürün tarihinden beslenmiş bir aracı, dilini kullanarak evrensel olanı yakalamaya çalıştığımızda, bırakın evrensel olanla ilişkiye girmeyi en asli özelliğimiz olan sağduyumuzu da yitiririz.
Bir kere sağduyu yitirildi mi, post-modernlerin "her yol mübah/her yol çıkar/herkes haklı" diyerek, sömüreni de, sömürüleni de hak temelinde eşitlemeye çalıştığı bir platformun üyesi olunur ki, bu platformun nitelikleri/değerleri de ne mevcut uluslararası güç ilişkilerinden ne de ulusal hiyerarşiden bağımsız düşünülmelidir.
Bu doğrultuda, Türkiye'de yabancı dilde yüksek öğrenim/öğretimin temelinin Menderes döneminde atılmış olması ile Amerikanların "bizim çocuklar/our boys"ının 12 Eylül tarihindeki ülke işgalinin ardından, o çerçevede çıkarılan Yabancı Dil Eğitim ve Öğretimi Kanununun, aslında ulusal alanı ulusüstü dillerden değil, etnik dillerden korumaya yönelik olmasını yeniden düşünmek gerekir.
"Türkiye'de eğitimi ve öğretimi yapılacak dillerin, MGK'nın görüşü" çerçevesinde belirlenmesi ve "Türk vatandaşlarının ana dil(ler)inin, Türkçe'den başka hiçbir dille okutulamaması" -her ne demekse bu cümle- hükümleri, aslında Türk vatandaşlığının etnik temeldeki yeniden inşasının ve kendi ana/resmi/ulusal dilini konuşmaktan aciz bir ulusun, kendi içerisindeki/o ulusun bir parçası olan etnik halkları da kendi dillerini konuşmaktan alıkoyması/aciz kılmasının temelidir.
Tüm bu aciz kılma süreci, yek vücut halinde kurulan ulusüstü kurumlarla ilişki vasıtasıyla meşrulaştırılacaktır ki; bu yek vücutluk ulusüstü kurumların değerleri, en azından dilleri, vasıtasıyla sağlandığından, o ulusal coğrafyadaki tüm unsurlar Batı kapitalizminin yeniden üretimi için teyakkuz ve/veya topyekün seferberlik halinde bulunacaktır; hem de kendiliğinden.
Çünkü, o ulusal alan içerisindeki temel norm, artık, bir işi iyi yapmaktan ziyade, satılabilirliğini sağlamak olduğuna göre bu da düşük maliyetli ürün üretimini, ürünün kendisinden kaynaklanmayan bir imaj üretimini ve uluslararası pazara -o pazar için üretim yapıldığına göre ihraç ekonomilerinde- uyum sağlayacak esnek işgücü/emek/insan üretimini zorunlu hale getirecektir ki, bu insanın pazara/pazarın taleplerine/değerlerine/tüketici istemlerine uyum sağlayabilmesi/satış yapabilmesi, o pazarın dilini bilmesiyle mümkündür. Onun için, artık bir anne-baba, çocuğuna öğüt verirken, "işini iyi yap, ahlaklı ol" demeyecek -en azından önceliği değişecek-; "yabancı dil öğren" diyecektir ve en nihayetinde bu bağımlılık ilişkisini yeniden üretecektir; hem de kendiliğinden, istemeyerek de olsa...
Yine aynı ihraç ekonomisinde istihdam edilmek isteyenlerin, yaşam anlatıları, büyüdükleri coğrafya ve bu coğrafyanın ulusal bütçeden aldığı pay ya da o bölgenin gelişmişlik düzeyi, ailesinin içinde bulunduğu ekonomik durum birbirinden farklı olacağından ve yine ilk ve orta öğretimde verilen yabancı dil eğitiminin niteliği herkesçe malum olduğundan, nitelikli bir yabancı dil eğitimine ulaşabilen kesim, asgari düzeyde bile olsa küçük burjuvazinin içinde yer alacaktır ki, bu doğal hak iadesinin burjuvaziye yapılması ya da bu hakkın burjuvazi tarafından doğallaştırılması, yabancı dil öğreniminin/öğretiminin egemen ekonomik paradigmanın -dolayısıyla siyasal ve sosyo-kültürel- içerisinde oynadığı sınıfsal role ilişkin fikir verir.(GG/EÜ)
* Gökhan Gökgöz, Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans