Dolayısıyla, makro ölçekte, değişen iktidar ilişkileri, Osmanlı devletini, batı ile daha güçlü ilişkiler kurmaya yöneltmiş, bu ilişkiler de yükselen gücün diliyle, İngilizce ve Fransızca, sağlanmıştır.
Nitekim, özellikle Tanzimat Fermanı ile başlayan bu süreç, Cumhuriyet kadroları tarafından devam ettirilmiş; buna din yerine millet esasına dayalı rejimin inşası eklenince, bu esasın ithal edildiği ülke sıfatıyla, Fransız tarzı bir modernleşme hareketi ve dolayısıyla Fransızca daha da başat bir rol üstlenmiştir. Ancak tüm bunlara rağmen, 19. yüzyılın ikinci yarısında Düyun-u Umumiye İdaresi ve/veya Kraliçe Viktorya'nın fermanıyla kurulan Osmanlı Bankası ile Osmanlı hükümeti arasındaki antlaşmalara baktığınızda, antlaşmaların tek bir dilde yapılmadığını, çoğunlukla da Fransızca ve Osmanlıca olarak hazırlandığını görürsünüz. Ekonomik ve siyasi gücünden feragat etmiş de olsa, imparatorluk, dilinden henüz vazgeçmemiş kültürel bir güç olarak antlaşmaların tarafı olmuştur.
Bu kültürel nüfuz alanına rağmen [Bu nüfuz alanı Kırım savaşı sonrası Paris Antlaşması neticesinde ilk dış borçlanmanın ardından, Batının desteğini sağlamak amacıyla, Osmanlı hükümeti tarafından birçok kez kullanıla gelmiştir. Osmanlıya devlet adamı yetiştiren "Enderun mektebinin Fransızca eğitim veren "Galatasaray Sultanisi"ne dönüştürülmesi bunlar arasında en ironik olanıdır] sonrası, Osmanlı'da kurulan ilk tıp fakültesinde eğitim Fransızca olarak yapılmıştır.
Ancak bu durum, usta-çırak ilişkisi dışında tıp faaliyetinden haberdar olmayan ve bu konuda yazılmış bilimsel kaynak bulunmayan bir coğrafyada anlayışla karşılanabilir. Yine bu tarz bir bilim eğitimi, nihai bir hedef değil, yerli münevver yetiştirme sürecinde bir başlangıç noktası, geçici bir durumdur.
Bir başka deyişle yabancı dil, bilimsel eğitimin tesisi için gerekli olan ve en nihayetinde bilimsel faaliyetin felsefesinin çerçevesini çizmiş bir ülkenin deneyimlerinin öğrenildiği bir araçtır. Ancak, tüm bunları meşru kılan, bunun, yabancı dilde eğitimin, bu aşamada bir zorunluluk olmasıdır.
Nitekim, Fransızca, yüzlerce yıllık birikimin neticesinde şekil kazanmış, teorik içerikli kavramların ağır bastığı rasyonel ve bütünlüklü yapısıyla, bu zorunlu deneyim, başlangıç için en uygun dildir. Günümüzde, Türkçe'nin bilim dili olamayacağını söyleyen [ki bilim dilinin "oluş"ması sürecinin kaynağı tamamen toplumsal olduğu gibi, bu süreç, duyumsamanın ötesine geçmiş bilim öznelerinin kolektif faaliyetleri tarafından inşa edilir; enformasyon toplumu faraziyesi içinde bilgi temelli bağımlılığı yeniden üretenler ya da enformasyon yani güdülenmiş/standart bilginin taşeronluğunu yapanlar tarafından değil...
Nitekim, Tanzimat'tan bu yana ulaşılmak istenen Batıyı/Avrupalılık bilincini/Muasır medeniyeti algılayış tarzı bu kaynağın beslenmesinde en büyük engeli teşkil eder.
Dolayısıyla Türkçe'nin bilim dili olamayacağı düşüncesi, Türkçe'nin kendisinden kaynaklanmayan; dile yaklaşma tarzına ilişkin bir durumdur. Yani ontolojik değil, epistemolojiktir.] ve sadece nesne ve/veya durumların insan üzerinde bıraktığı izlenimi ön plana çıkartan bir dil olan İngilizce'yi eğitim dili olarak savunanların gerekçesinin, bilim felsefesi ile ilgili olmaktan ziyade ulusüstü yapılanmalarla eklemlenme ihtiyacının bir sonucu olarak, siyasi olduğunu bilmek gerekir.
Nitekim bu doğrultudaki ilk siyasi karar, Türkçe kaynakların, yetişmiş yerli hocaların bulunduğu bir dönemde, yabancı dilde yüksek öğretim kararıyla, 1956 yılında ODTÜ'nün kurulması sürecinde, Menderes hükümeti tarafından verilir. Tabii bu karar siyasi olmakla birlikte ezanın Arapça okunması ya da kitle iletişim organlarında ilk dini yayınların yapıldığı çoğunlukla iç kamuoyuna yönelik politika ile paralel gittiğinden dolayı ironiktir de...
Bir yandan şark ile ilişkiler güçlenirken [Tabii bu noktada Cumhuriyet dış politikasına karşı bir tavır da söz konusudur. Zira, malum tarihsel nedenlerden dolayı Cumhuriyet kadroları, Arap dünyası ile teması kesmiş, öyle ki 1923-1946 tarihleri arasında siyasi demeçlerde "Arap" kelimesi bile geçmemiştir.] diğer yandan Türkiye'yi küçük Amerika yapma ideali yönünde kültürel ve sosyo-ekonomik politikalar oluşturulmuştur. NATO'ya üyeliği ve bu üyelik için ödenen bedeli de unutmamak gerekir.
"Şark tarihi" üzerine yapılan araştırmalar, yabancı dile sahip/yabancı bir dilde eğitim almış ya da doğruda yabancı araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiş dolayısıyla "sahibinin sesi" tarafından dile getirilmiştir.
Her ne kadar, Menderes ve mukaddesatçı ekip, yabancı dilde eğitim uygulaması ile -haklı olarak- eleştirilse de, bu dönemdeki politikaların felsefi arka planını Cumhuriyet rejiminin inşa sürecinde aramak gerekir. Öyle ki; dünyada modernizm ve bunun ekonomik uygulamaları/siyasi alandaki taşıyıcıları ile pozitivizm arasındaki yakın ilişki, ekonomik temellerini Endüstri devrimine; siyasi kabullerini Fransız Devrimine dayandıran bir paradigmayı; millet esasına dayalı bir inşa sürecini hedefleyen bir kadroya, Cumhuriyet kadrolarına, yaklaştırmıştır.
Ancak şunu unutmamak gerekir ki; batı toplumlarında önemli bir entelektüel bedel ödenerek ulaşılmış, temel dinamikleri Ortaçağ kurumlarından alan, teori-metod birlikteliğini bu tarihsel deneyim içinde oluşturmuş ve en önemlisi Batı kültür dünyasında içinde biçimlenmiş ve anlamlı olan pozitivizm paradigması; gelişmekte olan ülkeler tarafından bir gelişme dinamiği olarak algılandığında, belli bir ulusal alan için öngördüğü yapı-birey ilişkisini, uluslararası alan için uygulamaya koyacak; bu da ulusal gelişmişlik ve küresel konum farklılıklarından dolayı bağımlılık ilişkisini yeniden üretecektir.
Bireyleri, ulusal politikalarla uyumlaştırmayı hedeflemiş bir paradigma, ulusları ulusüstü politikalarla uyumlu hale getirmek yönünde bir işlev görecektir ki; bu uyumluluk hali bir kez üretildi mi, ekonomik ve dolayısıyla sosyal gerekçelerle "siyasi karar" mekanizmaları vasıtasıyla kendini tekrarlayacaktır.
Dolayısıyla son dönemde yeniden gündeme gelen, II.Cumhuriyetçilerin Kemalizm eleştirisinin değerlendirilmesi gereken nokta burası... Hiç kuşkusuz, Türkiye'de sivil-ordu ilişkisinden laiklik kavramsallaştırmalarına kadar birçok tartışma alanının merkezinde yer alan bir düşünce Kemalizm.
Kemalizm'e içkin olan değerleri sahiplenen ve kendisini ülkenin kurucusu olarak gören askeri bürokrasinin bu tartışmalarda aldığı konum, çizdiği çerçeve, hep bir referans noktası olarak kullanıla geldi. Dolayısıyla hem Kemalizm'in demokratikleştirilmesi hem de askeri bürokrasinin bu demokratikleşme sürecini ve bu süreç sonucunda oluşacak konum değişikliğini içine sindirmesi birbirine paralel, birbirinin varlık sebebi olan iki unsur...
Ancak bu demokratikleşme sürecinin gerçekleşmesine paralel yaşanması gereken bir diğer süreç de var ki; bu da uluslararası iletişim ağının denetlemeye ya da yönlendirmeye yönelik değil; müzakereye, ulusların farklılığına dayanan çoğulcu bir demokrasiye doğru yol almasıdır. Ki, bu yol, rasyonel kapitalist ilerleme sürecinin önünü tıkadığı, tüm yönetişim mekanizmalarını demokratikleşmeye çağırdığı için topyekün bir paradigma değişimini zorunlu kılacaktır...
Bu üç paralel süreç, eğer yapılacaksa ortak bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Kemalizmin, sosyo-ekonomik, siyasi alanda ulusüstü kurumlar ve bu kurumların felsefi kabulleri ile ilişkisini bir tarafa koyarak salt Kemalizm eleştirisi yapmak, bilimsel ahlaktan yoksun olduğu gibi; sermayeye yaslanıp, sermaye-modernizm ve bir modernist proje olarak Kemalizm ilişkisini görmezden gelip, yaslanılan sermaye için belli bir sözde bilimsel/ideolojik rant alanı sağlamaktır.Yani, tabir-i caizse, sağı saklayıp sol vurmaktır.
Diğer yandan, Ortaçağ Avrupası'nın sınıf dinamiklerine ve Batı kapitalizminin ontolojik kabullerine sahip olunmadığından, sadece metodolojik boyuttan ibaret, bir paradigma aktarım süreci şeklinde ilerleyecektir. Dolayısıyla, temel öncülleri/varoluşsal dinamikleri, paradigmanın inşası sürecinde yer almış uluslar tarafından, o ulusların ekonomik gereklerine/ihtiyaçlarına/sermaye-istihdam yapılarına/sosyal iletişim ağlarına göre düzenleneceğinden; diğer çevre uluslar bu düzenlemeye göre vaziyet kazanacak ve merkeze yakınlıklarını, hep çevre kalmak sureti ile, bir uydu ulus olarak, arttırmaya çalışacaklardır. [Onlar Ortak, Biz Pazar...]
Pozitivizmin bu şekildeki tercümesi, toplumsal kaynaklardan beslenen bir düşünme/teori üretme sürecinin önünü tıkadığı gibi, yine aynı toplumdaki sosyal yapıyı ve çalışma ilişkilerini olumlu yönde etkileyecek/demokratik bir nitelik kazandıracak/istihdama katılım olanaklarını yaygınlaştıran araştırma-geliştirme faaliyetlerini de sınırlar. Başka bir kültürel yapının gelişme dinamiğiyle, fikriyatıyla düşünmenin; kendi hayatımız üzerindeki denetimi yitirerek, hayatın başka bir/başka birinin hayatına eklemlenmesinin yolunu açar. Tüm farklı yaşam öykülerini bir potada eriterek, soyut bir yaşam tahayyülüne indirger. İşte, "Yaşam hakkı"nı da, bu tahayyül üzerine inşa eder.
Günümüzde, gelişmekte olan ulusların merkez bankaları aracılığıyla döviz rezervlerini sürekli yüksek tutarak, faiz oranları üzerinden fiyat istikrarını yakalamaya çalışmaları, nasıl kendine ait olmayan bir para birimi üzerinden ulusal ekonomiyi ayakta tutma çabası ise; kendine ait olmayan bir dil üzerinden ulusüstü yapılanmalarla "iletişim" adı altında eklemlenme çabası da, hiç kuşkusuz, nüfuz alanını yitirmiş bir kültürü uzun vadeli kılma çabasıdır.
Ve yine tekrarlayalım: Bu nüfuz alanının yitirilmesinde en önemli öğe, özel üniversitelerdir. Hem kendi kökenlerini bu gelişme sarmalının içine, kamunun dışına oturttukları hem de diğer kamusal misyon yüklenmiş üniversiteleri, bu gelişme sarmalının içine çekerek, ontolojik olarak zafiyete uğrattıkları için...(GG/EÜ)
* Gökhan Gökgöz,Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans