Zira özel teşebbüs elinde bulunan bir sağlık kuruluşu, doğası gereği, sermayenin maksimizasyonuna dayalı olduğundan, hastanın yaşamsal işlevleri değişim değerine endekslenmiş; hasta bu değişim sürecinde bir aracı konumuna indirgenmiş, daha da vahimi en yüksek değeri verenin en yüksek ve öncelikli olarak ulaşacağı yaşamı idame halinin yolu açılmış demektir.
Mevcut güç dengelerinden bağımsız düşünülemeyecek, hatta bu dengenin nihai bir sonucu olan bu yol, bir yandan seçkinlere münhasır bir yaşam alanının çerçevesini çizerken, diğer yandan soyut bir kabul olarak yaşam hakkını evrensel/soyut bir düzleme oturtuyor ki, bu çerçevenin uzun dönemli yeniden üretimi sağlanabilsin.
Nitekim, eğitimde de paralel bir süreç hakim. Eğitim kurumlarındaki şiddet eğilimi, sadece eğitim alanıyla ilgili bir kurumsal durummuş, başlangıcı ve sonu eğitim alanı içerisinde bulunabilecek, kaynağını eğitim alanındaki sıkıntılardan alan bir sorunmuş gibi, eğitim şuralarında eğitimcilerin tartıştığı ya da güvenlik nedeniyle özel eğitim kurumlara olan talebi arttıran bir vaziyet kazanıveriyor.
Mülkiyet çelişkisi, güven temelinde işleyen bir ilişkiye dönüşüveriyor. Neden, sonucu kendi içerisinden çıkarıyor. Bu durum hem yükselen bireycilikle paralel giden hedonizmi gözlerden saklıyor hem de ilgiyi eğitim alanına çekerek bu psikolojiye öğrencileri götüren sosyo-ekonomik ve teknolojik bağlamı görmezden geliyor.
Böylece, makro politikalar neticesinde şekil kazanan siyasal duruma da belli bir özgünlük, ulusal vurgu kazandırmış oluyor. Siyasal irade, hem kendi acizliğinin bir ifadesi olan, aracısı olduğu şiddeti, kendisinden ayırıyor hem de taşeronu olduğu ulusüstü yapılanmaların kendisi üzerindeki etkisini azaltıyor/en azından bu yönde bir imaj üretiyor.
İmaj, yani kişinin olduğu konumla olmak istediği yer arasındaki farkın bütünleyicisi/tamamlayıcısı. Niteliğin, nicelikle yer değiştirmesi. Sosyal ilişkilerin, beğenme/beğendirme güdüsü aracılığıyla, gerçekte ne olduğu bilinmeyen/ontolojik bir verinin olmadığı, epistemolojik olarak varlığını kabul ettiğimiz durumlar arasında gerçekleşmesi.
Modern(leşen, dolayısıyla modern olana bağımlı) dünyaya özgü bu durum, bireyler arasında belli bir yarışma dinamiğini kurduğu gibi, "en" olma yarışı onları, Ali Bulaç'ın belirttiğinin aksine sadece kadınları değil, erkekleri de, değişim değerinin hesaplanabildiği bir veriye indirgiyor. Bir insanı, nitelikleri çerçevesinde ve evrensel düzeyde tanımlamak yerine, maddi olarak ikame edilebilecek bir olguya dönüştürüyor.
Sadece Cumhuriyet'in liberal politikalarına yaslanıp, her defasında rejim savunuculuğu ve dolayısıyla rejimin onlara bahşettiği sınıfsal konumun taraftarlığını yapanlar, yani bulundukları konumdan/davranışlarından rejimi yakalamaya/rejime ulaşmaya çalışanlar tarafından değil...
Özellikle muhafazakar kesimde, ulaşılmak istenen ideolojik perspektifle gerçekte bulunulan konum arasındaki farkın türban gibi bazı objelerle kapatılmaya çalışılması ve bunun gün geçtikçe daha estetik bir hal alması, imajın akışkanlığı ve tüm farklılıkları eriten/kapsayan yapısı hakkında fikir verir.
Ankara örneğinden yola çıkacak olursak, hem Çankaya hem Keçiören'de hakim olan kültürel yapı aynıdır. Tüketim alışkanlıkları farklı olsa da, bizatihi tüketim olgusunun varlığı; kullandıkları ideolojik objeler ya da kıyafet tercihleri farklı olsa da, bu tercihlerin ulaşılmak istenen konum için birer imaj vasıtası olarak kullanılması bu iki alanı ortak değerler etrafında buluşturur. Dolayısıyla Deniz Baykal'ın belirttiğinin tersine, henüz nerelerin kurtarılıp nerelerin kurtarılmadığı ve bu kurtarma girişiminin kimler tarafından kime/neye karşı yapıldığı ya da en nihayetinde bu girişimin reel bir kurtuluşa yol açıp açmayacağı çok net değil...
Bir diğer husus da, türban konusu gündeme geldiğinde, özellikle laik kesimin, Türkiye'nin uluslararası imajını ön plana çıkarma çabası, türbanın siyasi mekanizmanın en üst birimlerinde temsiliyetini olumsuzlaması burada geçerliliğini yitiriyor. Zira, aynı perspektiften, Cumhuriyet tarihindeki tüm temsil biçimlerinin de, muhafazakar kesim tarafından aynı şekilde değerlendirilmesi gerekirdi.
Bu temsiliyet sorunun, son dönemde olduğu gibi, Cumhurbaşkanlığı düzeyinde gündeme gelmesi ise, en iyi ihtimalle rejimin meşruluğunu tartışma alanına taşıyacağından, en büyük etkisini rejimin el üstünde tuttuğu laik kesim üzerinde gösterirdi/gösterecektir.
Bu dönüştürme işlemi bir kez gerçekleştirildi mi, öncelikle bireylerin daha sonraki aşamada da toplumların ve/veya halkların maddi hayat üzerinden yönlendirilebilirliği artıyor, her türlü ideolojik mekanizma ya da bu mekanizmanın uygulayıcıları tüketimi önemli bir araç haline getiriyor.
Bir yandan tüketim, siyasal aktörler tarafından önemli bir araç olarak kullanıla geldiğinden, bireylerin gündelik hayatın içine gizlenmiş gerçekleri görebilmesinin engellenmesi ya da ulusal ölçekte politika oluşturma süreçlerine katılımın sadece oy kullanmaktan ibaret kalmasını (temsil edilemezliği içinde saklasa da); diğer yandan, toplumun (aslında toplumun belli bir kesiminin toplum adına) bu tüketim sürecinde harcadığı para, başkasının tasarrufu olduğundan cari açığı ve başkasının tasarrufuna, sıcak para girişine dayalı büyüme modeli de kriz ve devalüasyonu zorunlu hale getiriyor.
Kapitalizmin sonunun ekonomik ve çevresel krizlerden mi geleceği tartışıla dursun, bu noktadan sonra süreç, makro ölçekte değerlendirilebilecek bir paradigma değişimini zorunlu kılıyor.
Ta ki, küresel yönlendiriciler yeni petrol rezervleri keşfedene; bu rezervin sahibi toplumlar da buna rıza gösterene değin...
Post-Modernizm'in inşa sürecinde yeniden karşılaştığımız bu rıza gösterme sürecine mikro-iktidar alanlarının çoğullaşması, din anlayışlarının görecelileşmesi eşlik etmiştir.
Yani, aşkın bir Tanrı anlayışı ve klasik birlik ilkesinden, bireyselleştirilen ve birey temelinde işleyen bir rasyonaliteye geçilmiştir. Kesinliğe/mutlak olana bir yol açabilmek için, bireysel özgünlüğü/özgürlüğü ön plana çıkarma ihtiyacı, reel bir özgürlüğe değil, aklın egemenliğindeki yeni bir aşkınlığa yönelmiştir, dolayısıyla bir aldatmaca, özgürlük fikri etrafında örülmüş bir yanılsamadır.
Foucault'un deyişiyle, "modern dönemde egemenlik toplumsalın kendisinde ikamet eder ve iktidar içkin bir halde 'toplumun kılcal damarları'nda dolaşıma girer; iktidar artık üzerimizde değil aramızdadır." Dolayısıyla (post)modern dönemde iktidar; tüm yaşam pratiklerinde mutlak, özgürlük ise görecelidir.
Peki tanrı yoksa/aklın hükümranlığından sürülmüşse/görecelileştirilmişse her şey mübah mıdır? Elbette hayır... Aklın, araç/kılavuz olma niteliğini yitirip amaçsallaşması/ona tapınılmaya başlanması, aklın egemenliğindeki yapay bir din ile dengelenmiştir. Yaratılan ile yaratan arasındaki bu rol değişikliği, bu fason üretim, insanların manevi gücü vasıtasıyla onu köleleştirirken, Tanrı(lar)ın yokluğunda/yönlendirilemezliğinde oluşabilecek aklın ve duyuların başka bir amaca, zevk peşinde koşmak gibi, yönelebileceği tehdidini de engellemiştir.
Dolayısıyla, tüm modern dönemin özgürlük anlayışı, doğası gereği özgürlük karşıtıdır. Buradaki özgürlük, standart bir bilinç yapısının dayatılmasının/içselleştirilmesinin yegane unsurudur ki, bireyler bu standart/tek yönlü bilinci, kendilerinin bir parçası, deneyimleri ve birikimleri etrafında şekillenmiş bir ürün, kendilerine ait bir perspektif olarak görebilsinler, yaşamlarını düzenledikleri bir araç haline getirebilsinler.
Bu standart giysinin, tüm halkları içine alacak şekilde giydirilmesinde en önemli yönetim araçlarından biri, hiç kuşku yok ki özel üniversiteler...
Sorun sadece mütevelli heyeti başkanının, üniversite politikalarının belirlenmesindeki artan rolü, bu rolün çoğunlukla sermayesinin geri kalan kısmının faaliyet gösterdiği diğer sektörleri de içine alması, dolayısıyla üniversitelerin iş dünyası ile en azından politika düzeyinde uyumlaşması ya da daha açıkça söyleyecek olursak, bilgi toplumu faraziyesinin kök saldığı bir dünyada bilginin belli bir elit kesim ile sınırlandırılması ve bu elit kesimin sermayenin maksimizasyonu için araçsallaştırılması ile sınırlı kalsaydı, ki bu sınır bile bir hayli geniştir, özel üniversite olur mu? sorusuna olumlu bir cevap verebilmek için veri bulunabilirdi/en azından verilerin toplanması yönünde belli bir istenç oluşabilirdi.
Ancak özel üniversitelerin, yabancı dilde eğitim bayrağını çekerek, çoğunlukla da uluslarüstü sermaye için cazibe merkezi haline getirilecek alanların, nitelikli işgücü potansiyelinin önemini vurgulayarak/arkasına saklanarak uygulamaya koyduğu formasyonlar, esas etkisini kültürel alanda özellikle de ulusal dil ve/veya o coğrafyadaki etnik diller üzerinde gösteriyor.(GG/EÜ)
* Gökhan Gökgöz, Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans