Kürtçe elektronik müziğin son yıllarda en dikkat çeken isimlerinden Xodî, adının anlamına da sinen bir yerden, “kendini görmekten” yola çıkıyor.
Onu, en çok Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) seçim kampanyası için düzenlediği Çavên Me Sondxwarine’den biliyoruz.
Rap beat’leriyle başlayan çocukluk denemelerinden DJ kabinine, oradan elektronik müziğin daha deneysel alanlarına uzanan üretimlerinde hem modern dünyanın dijital sesleri hem de Kürt düğünlerinin ritimleri yan yana akıyor.
Xodî, bir yandan anadilinin bastırıldığı bir ülkede üretmenin ağırlığını, diğer yandan gençlerin yükselen enerjisini ve müziğin açtığı yeni özgür alanları anlatıyor:
“O dönem evdeki bilgisayarda yan yana duran iki ayrı dünya vardı. Bir klasörde babamların 90’lar Kürtçe şarkıları, diğer klasörde benim rap ve elektronik parçalarım. Winamp listemde Şakiro’dan hemen sonra bir DJ Tiësto parçası çalabiliyordu. Benim kafamda bu geçişler zaten çoktan erimişti. Bir noktada şunu fark edebiliyorum, bir yanda Kürtçe benim gerçekliğim, diğer yanda bilgisayar, internet kültürü ve dinlediğim modern müzik tarzları da yaşadığım zamanın dili. İkisini ayırsam kendimi ikiye bölmüş olurdum. Ben de kendimi bölmeyip birleştirmeyi seçmişim.”
“Özünü gören”
Kendinizi nasıl tanımlarsınız? Xodî kimdir?
Xodî Zazacada “kendini gören, özünü gören” anlamına geliyor. İsmimin anlamı benim için sadece bir müzisyen mahlası olmaktan öte hayata ve sanata bakışımın temeli.
Elektronik müzik üretiyorum, hip hop ritimleri yazıyorum, DJ’lik yapıyorum ve tüm bu işleri yaparken aslında unutturulmak istenen özüme bakıyorum. Bu bir Kürt olarak benden alınmaya, hafızamdan silinmeye çalışılan toplumsal bir özdür. Modern formlar, dijital sesler kullansam bile o özü koruduğum, hatırladığım ve görünür kılmak istediğim bir noktada durmak istiyorum. Xodî olarak yaptığım müzik tarzdan çok, kendimi gerçekleştirme çabası.
Müzikal yolculuğunuz nasıl başladı?
Her şey 14 yaşımdayken bilgisayar başında ilk beat denemelerimi yaparak başladı. Babamın Kürtçe müzik arşivinden aldığım parçalara rap davulları, baslar ekliyordum. 2014’te, henüz 17 yaşımdayken, Türkiye ve Almanya ortaklığıyla yürütülen “Aynen/Einen” hip hop projesine beatmaker olarak katıldım. Proje İstanbul, Diyarbakır, Batman ve Mardin’de yürütüldü. Atölyelerde rap, break dans ve sokak sanatı üzerinden üretimler oldu; hip hop kültürü bir ifade biçimi ve yaşam tarzı olarak ele alındı. Çalışmalar ayrımcılık ve şiddet temaları etrafında şekillendi. O yaşta böyle uluslararası bir sürecin içinde olmak benim için büyük bir eşikti.
2017’de Mardin’de gerçekleşen bir rap konserinde DJ olarak sahneye çıktım. Bu benim, sahne enerjisini doğrudan hissettiğim ilk önemli deneyimlerden biriydi. 2019’da ise Diyarbakır’da düzenlenen bir hip hop ve elektronik müzik etkinliğinde yine DJ’lik yaptım. Yani sahneyle ilişkim 2021’de, birden başlamadı. Yıllara yayılan, parça parça büyüyen bir süreçti. 2021’den sonra ise düzenli olarak sahne almaya, kendi müzikal dünyamı doğrudan dinleyiciyle buluşturmaya başladım. Bölgedeki elektronik müzik dalgası bazen yeni bir heves ya da dışarıdan gelen bir soluk gibi sunulabiliyor. Benim yolculuğum ise bunun burada yıllara dayanan köklü bir geçmişe dayandığını gösteriyor.
Kürtçe müzik ile elektronik/deneysel üretimi birleştirme fikri nasıl ortaya çıktı?
Açıkçası bu planlanmış bir proje veya bir fikir olarak doğmadı. O dönemin teknolojisiyle büyüyen bir çocuğun doğal süreciydi. Eve ilk bilgisayarın girdiği, internetten MP3 indirilen zamanları hatırlıyorum. O dönem daha çok rap dinliyordum. Derken Serhado, Rezan, Dezz Deniz gibi isimlerle karşılaştım. Kürtçe rap yapıyorlardı ve çoğu diasporadandı. Bunun neden önemli olduğunu sonradan anlayabiliyoruz. Biz o yaşlarda Kürtçeyi köyde, taziyede ya da varoşta konuşulan, kültür dili, şehir dili olamayacak bir “yerel dil” gibi kodlamıştık zihnimizde. O zamanlar Kürtçe rap yapan diaspora gençleri bize bu dille de modern ve şehirli bir müzik yapılabildiğini gösterdi. Yıllarca “köylü” sandığınız kendi anadilinizde, o modern beatlerle ilk kez rap duyduğunuzda insanın zihninde bir şeyler kırılıyor. Buradan sanatın ne kadar güçlü, ne kadar dönüştürücü bir şey olduğunu anlayabiliyoruz.
Kürtçe rap benim için o zihinsel bariyeri yıkan ilk kıvılcımdı. Bahsettiğim ilk beat denemelerim de işte bu kırılmayla onlara özenerek ortaya çıktı. Zamanla müzikal ufkum genişledi, rap beatleri yapmanın ötesine geçip elimdeki o sesleri Kürtçe elektronik müzikte denemeye başladım. O dönem evdeki bilgisayarda yan yana duran iki ayrı dünya vardı. Bir klasörde babamların 90’lar Kürtçe şarkıları, diğer klasörde benim rap ve elektronik parçalarım. Winamp listemde Şakiro’dan hemen sonra bir DJ Tiësto parçası çalabiliyordu. Benim kafamda bu geçişler zaten çoktan erimişti. Bir noktada şunu fark edebiliyorum, bir yanda Kürtçe benim gerçekliğim, diğer yanda bilgisayar, internet kültürü ve dinlediğim modern müzik tarzları da yaşadığım zamanın dili. İkisini ayırsam kendimi ikiye bölmüş olurdum. Ben de kendimi bölmeyip birleştirmeyi seçmişim.
Şakiro’dan Ayşe Şan’a, Karapetê Xaço’dan Mihemed Arif Cizrawî’ye
Kürt coğrafyasının hafızası, sesleri ve ritimleri üretiminize nasıl yansıyor? Kimlerden besleniyorsunuz?
Yaşadığım coğrafyada herkes gibi benim hafızamda da silinmeyen sesler var. Ben bu sesleri “sample”lıyorum, yani yeniden işliyorum. Bir kaydı işlerken, o sesin bağlamından, tarihsel dokusundan çok kopmamasına özen gösteriyorum. O sese ağır dijital efektler (vocal chop veya yoğun autotune) uygulayıp tanınmaz hale getirmek yerine; o sesi en saf, en organik haliyle alıp modern, elektronik bir çerçevenin içine oturtmaya çalışıyorum. Amacım o sesin ruhunu bozmak değil; ona yeni bir nefes alanı açmak.
İsim vermem gerekirse Şakiro’dan Ayşe Şan’a, Karapetê Xaço’dan Mihemed Arif Cizrawî’ye kadar o devasa okyanus zaten genlerimize işlemiş. Ses hafızam Diyarbakır’ın eski sokak düğünlerine kadar gider. Sokak düğünlerinde hoparlörlerden çıkan o cızırtılı patlak ve yüksek ses de aslında elektronik müziğin o kirli ve sert estetiğine çok yakın. Olay sadece ses de değil, ritmin matematiği de aynı. Elektronik müzik dünyası genelde 4/4’lük ritim kalıbı üzerine kuruludur. Bizim o coşkulu halaylarımız, Şêxanilerimiz, Grani ritimlerimiz de aynı matematiksel döngüye, o “loop” mantığına dayanıyor.
Bir Kürt düğünü ile bir elektronik müzik partisi dışarıdan farklı görünse de özünde aynı ritimlere sahip. Halay aslında elektronik müzikle akrabadır. Tabii ben sadece geçmişten değil günümüzün modern elektronik müzik kültüründen de besleniyorum. Ortaya çıkan o deneysel projeler her zaman bir derdi veya isyanı anlatmaktan ziyade bazen de salt eğlencenin, dansın ve bugünün enerjisinin dijital yansıması oluyor.
Dilin politikliğinden kaçmayan bir müzik
Sizce “yeni nesil Kürtçe müzik” ne ifade ediyor?
Benim için “yenilenen sanatı” ifade ediyor. Önceki kuşaklar sanatı kendi zamanlarının koşullarına göre üretti, biz de kendi zamanımızın ruhuna göre üretiyoruz. Kürtçe müziği duran bir müze nesnesi gibi korumak yerine yaşayan, risk alan ve dönüşen bir organizma olarak görüyorum. Burada en büyük kırılma, o “etnik müzik” kategorisinden çıkışta yaşanıyor. Eskiden Kürtçe müzik denince akla sadece “otantik” bir kategoriye sıkışmış üretimler gelirdi. Yeni nesil bu sınırları reddediyor. Açıkçası “Sözler Kürtçe olsun, sound kötü olsa da olur, nasılsa bizden” kolaycılığını kabul etmiyoruz. Bu “kimlik kredisi”ne sığınma devri kapandı. Bugün odasında laptop’la beat yapan gençler dinleyiciye sadece bir “kimlik temsili” veya “politik mağduriyet” sunmanın ötesine geçip küresel standartta bir müzik deneyimi sunmak zorunda. Yeni nesil Kürtçe müzik, dilin politikliğinden kaçmayan; ama müziğini sadece politikaya yaslamayan, dünya ile rekabet edeceğimiz bir alan benim için.
Gençlerin Kürtçe müziğe olan ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gençlerin Kürtçe müziğe ilgisi bence hiç olmadığı kadar görünür ve canlı. Ama bu ilgi artık eski formlara değil, yeni anlatım biçimlerine yöneliyor. Gençler köklerinden kopuk değiller, sadece kendilerine yıllarca sunulan tek tip, donmuş estetikten uzaklar. Bizden önceki kuşakların yarattığı o büyük kültürel mirası reddetmiyorlar; ama hayatında hiç elektronik müzik ya da rap dinlememiş bir aklın ürettiği dil, bugünün gençleriyle her zaman temas kuramıyor. Onlara kendi duydukları frekanstan seslenildiğinde ise ilgi gerçekten muazzam oluyor.
Burada şunu önemsiyorum: Zamana ayak uydurmak geçmişi reddetmek değildir. Zıt gibi görünen şeyler aynı bedende birlikte var olabilir. Sadece Batı’yı taklit eden, kendi hikâyesini unutan işler de kalıcı olmuyor zaten. Dünya artık “kopya” olanı değil, hikâyesi olan gerçek işleri dinliyor. Laptop’la müzik yapan gençler teknolojiyi sonuna kadar kullanıyor, dünyayı takip ediyor ama ruhunu da bu toprağın hafızasından alıyor: “Ağaç kökü üzerinde, insan dili üzerinde yeşerir.”
Ayağını buraya basıp yüzünü evrene dönebilenlerin zamanı
Sizce Kürtçe müziğin geleceği hangi yönde ilerliyor?
Kürtçe müzik gelecekte saf formdan çıkıp daha melez, daha hibrit bir yere akıyor. Saf formlar elbette varlığını koruyacak; dengbêj de olacak geleneksel formlar da. Ama artık tek başına bir yerde duramayacaklar. Rap’le, elektronikle, rock’la, cazla karışan formlar çoğalacak. Çünkü hayat da artık tek bir kanaldan akmıyor. Bugün Kürtçe rap de, Kürtçe elektronik de, deneysel işler de var ve bu artarak devam edecek. Dil üzerindeki baskılar bitmedi; ama müzik kendi yolunu çoktan buldu. Sınırlar politik olarak duruyor olabilir; ama sesler o sınırları çoktan aştı. Asıl mesele köklerimizden kopmadan yüzümüzü dünyaya dönmemiz. Ne sadece geçmişe yaslanmak ne de kimliğini tamamen silmek. Ayağını buraya basıp yüzünü evrene dönebilenlerin zamanı geliyor.
Dil baskıları, kültürel görünmezlikler ve politik atmosfer üretimlerinizi nasıl etkiliyor?
Dil üzerinde baskı olunca yaptığınız müziğe anında “politik malzeme” etiketi yapışıyor. Kürtçe ürettiğiniz anda işiniz tek bir kategoriye sıkışıyor. Bu da müziğin sanatsal tarafının görünmez kalmasına, birçok mecrada ve sahnede bize yer verilmemesine sebep oluyor. Bu alan bulamama hali bizi başka yollar bulmaya itiyor. Madem geleneksel kapılar kapalı, biz de sosyal medya, bağımsız platformlar ve kendi kurduğumuz alanlarla ilerliyoruz. Görünmez kılındığında, başka bir yerden görünür olmaya çalışıyorsun.
Baskı; üretimi bitirmiyor, sadece yön değiştiriyor. Engeller sadece dışarıdan da gelmiyor. Mesela ses getiren elektronik bir projem sırf tarzı nedeniyle “bu bizden sayılmaz” diye eleştirildi. Yani bazen en yakınındakine bile “bu müzik de bizim sesimizdir” diye anlatmak zorunda kalıyorsunuz. Ben bugün müziğimi kendim yapıyorum, afişimi kendim tasarlıyorum, organizasyonu tamamen kendi imkânlarımla yapıyorum. Bunu yaparken tek bir derdim var: Bu coğrafyada gençlerin kimliğini saklamadan, yargılanmadan, sadece kendileri olarak nefes alabilecekleri özgür bir alan yaratmak. Çünkü insanlar sadece dertlenmek, düşünmek istemiyor; dans etmeye de yüksek sesle müzik dinleyip deşarj olmaya da ihtiyaç duyuyor. İşte gençleri bir araya getiren o alanı savunan ve her şeye rağmen açık tutan herkes istemese de politik bir özneye dönüşüyor.
“Kimliğimle var olmam zaten politik”
Sanatın politikliği konusunda nasıl bir yaklaşımınız var? Sizce sanatçının toplumsal sorumluluğu nedir?
Sanat propaganda olmak zorunda değil belki ama steril bir fanusta da durmuyor. Hele ki bu coğrafyada bir sanatçının “ben apolitiğim, hiçbir şeyle ilgilenmiyorum” deme şansı yok. Benim için toplumsal sorumluluk, kimliğimi saklamadan üretmektir. Yaptığım müziği bir siyasi bildiri haline getirmiyorum; ama kim olduğumu da gizlemiyorum. Zaten bu ülkede, bu dilde açık açık üretmek kendiliğinden politik bir tutuma dönüşüyor. İsteseniz de politikanın dışında kalamazsınız. Yaptığım müziği politik diye bir alana sıkıştırıyorlar; ama kimliğimle var olmam zaten politik.
Bağımsız bir sanatçı olarak karşılaştığınız en temel zorluklar neler?
Anlaşılmak. Yaptığım müzik geleneksel dinleyiciye fazla “yeni”, popüler kültüre ise fazla “yerli” gelebiliyor. Bu arada kalmışlıkta kendi kitlemi yaratmak ve finansal zorluklarla boğuşmak zorundayım. Arkamda büyük yapım şirketleri veya PR ajansları yok. Müziği yapan, klibi tasarlayan, pazarlamayı yürüten kişi olmak zorundayım. Ayrıca konser verecek cesur mekânlar bulmak da hâlâ ciddi bir uğraş istiyor.
Dinleyicilerle kurduğunuz temas —ister sahnede ister dijitalde— size ne ifade ediyor?
Elektronik müzikte iletişimimiz kelimelerden çok duygu ve frekanslar üzerinden oluyor. Birinin kulaklığını takıp benim kurguladığım o seslerin içinde kaybolduğunu bilmek veya sahnede o bas (kick) vurduğunda, onlarca kişiyle aynı anda aynı titreşimi hissetmek... Bu çok değerli bir bağ. Az önce “en büyük zorluk anlaşılmak” demiştim ya işte o temas anları hiç konuşmadan anlaşıldığımı hissettiğim tek yer.
Önümüzdeki dönemde yayınlamayı düşündüğünüz yeni çalışmalar var mı?
Evet, üretim hiç durmuyor. Günümün çoğu stüdyoda geçiyor. Şu sıralar biraz daha sert, ritim odaklı ama yine o köklerden beslenen yeni işler üzerinde çalışıyorum. Bir de farklı disiplinlerden sanatçılarla iş birlikleri yapmayı düşünüyorum.
Müzik dışında sizi motive eden, besleyen başka alanlar var mı?
Sinema ve fotoğrafçılık beni çok besliyor. Çünkü bende görsel hafıza işitsel hafızayı harekete geçiriyor. Gördüğüm bir görüntü zihnimde bir sese dönüşebiliyor. Diyarbakır’ın mimarisi, Sur’un o taş sokakları ve tarihe tanıklığı... Bazen sadece Diyarbakır sokaklarında yürümek bile stüdyoya kapanıp üretmem için yetiyor. Bir de tabii ki teknoloji ve yazılım dünyası. Ben müziği bir enstrüman çalarak değil de yazılımlarla yapıyorum. O yüzden yeni bir ses teknolojisi, bir yazılım güncellemesi veya dijital sanatlardaki bir yenilik beni en az bir konser kadar heyecanlandırıyor.
Bana hikâyemi anlatma şansı verdiğiniz için teşekkür ederim. Bu hikâye aslında benimle aynı dönemleri yaşayan, aynı bilinçdışını ve ortak hafızayı paylaştığımız gençlerle ortak hikâyemizdir. (TY)







