Ayağının tozuyla geldiği Saraybosna Film Festivali'nin ardından bianet'e konuşan "Süt-Yumurta-Bal" üçlemesinin ve "Meleğin Düşüşü" filmlerinin "Altın Ayı" ödüllü yönetmeni Semih Kaplanoğlu sorularımızı yanıtladı.
Saraybosna Film Festivali'nden yeni döndünüz. Saraybosna sineması, savaşın etkilerinden sıyrılabildi mi?
Saraybosna'ya gittiğinizde binalardaki kurşun izlerini, savaşın etkilerini hala görebiliyorsunuz. Şehrin etrafını dolaşmaya başladığınızda dağlara taşlara yapılmış yepyeni mezarlar görüyorsunuz. Yaşanmışlıklar daha sıcak ve bundan uzaklaşmak onlar için hala çok zor. Orada bir geçmişi unutamama durumu var ama savaş sonrası doğan yeni sınıfı anlatan filmler de yapılmaya başlandı.
"Eminim bu Hrant'ı çok mutlu ederdi"
Ermenistan Film Festivalinde de jüri üyeliği yaptınız. Soykırım konusu sohbetlerinizin neresinde duruyordu?
Türkiye-Ermenistan Sinema Platformu gibi oluşumlar, iki ülke arasındaki önyargılardan uzaklaşmaya zemin hazırlıyor. Aynı argümanlarla, aynı bellekle olmasa da diaspora Ermenileri ve Ermenistan'daki Ermenilerle bir masa etrafında toplanıp konuşmak önemli. Siyasetin bizi mahkum eden dilinden kurtulmak gerekiyor. Bütün Türkleri suçlayan blok bakış açısı da terk edilmeli. Biz biliyoruz ki o dönem yaşananlar sırasında Ermenilere yardım eden Türkler de var. Asıl bunlara yer açılmalı.
Orada rahmetle andığım Hrant Dink'in biz konuşabilelim diye aslında müthiş boş ve kocaman bir alan açtığını fark ettim. Keşke bugün yaşasaydı ve üstelik ölümüyle değil yaşarken açtığı bu alanın içinin nasıl yavaş yavaş dolduğunu görebilseydi. Eminim bu onu çok mutlu ederdi.
"Bilmeyenler olduğu gibi bilerek susanlar da var"
Biz de Dersim Katliamı gibi bir konuda daha yeni yeni bir şeyler öğrenmeye başladık. Komşularımızın ne yaşadığını, neyi seslendiremediğini bilmeyenler olduğu gibi bilerek susanların da olduğunu gördük. Artık bu zulmün konuşulmasının, sorumluların işaret edilmesinin vakti geldi. Vicdanlarda zamanaşımı olmaz. Vicdan zamanı taşır. Hesaplaşmamız gerekir.
Dersim Katliamının belgeselini çekmek istediğinizi söylemiştiniz...
Evet, Dersim belgeseli çekmek istiyordum. Bir anda 'Bir yangın var, koşalım, yardım edelim' duygusuna kapılıyor insan. Ama daha sonra Dersimlilerin kendilerini kendi dilleriyle ifade etmelerinin daha doğru olduğunu düşündüm. Bu konuda ortak bir projeye destek sunabilirim, kamera verir, senaryolara yardımcı olurum.
"Hatay'daki olayları 'milliyetçi hassasiyetleri' olduğunu söyleyenler çıkarıyor"
Bugüne gelirsek İnegöl ve Hatay'da yaşanan ırkçı saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu olaylar tek başına göç ile açıklanabilir mi?
Hepimiz ummalıyız, istemeliyiz ve engel olmalıyız ki bu olayların boyutu büyümesin. Ben İzmirliyim. Çocukken ananemin oturduğu Buca'daki evin karşısında yaşayan Dersim isyanından kaçmış Tuncelili aileleri hatırlıyorum. Ananemler de Arnavutluktan göç etmişlerdi ve O Tuncelili ailelerle ortak bir göçün getirdiği dili paylaşıyorlardı. Ama artık İzmir'e gidip geldiğimde açık bir Kürt düşmanlığı görüyorum. Göç deniyor ama göç 30 yıldır var, peki neden bu olaylar şimdi oluyor. Orada her zaman Kürtler vardı. Ama insanlarda şimdiki gibi faşizan, ırkçı bir anlayış yoktu. Bugün bu provokasyonları, kendilerinin "milliyetçi hassasiyetleri" olduğunu söyleyenler yapıyor.
Hatay ve İnegöl'de yaşanan olaylarla ilgili İçişleri Bakanının açıklaması da bana çok zayıf geldi. Çünkü olay onun söylediği gibi amigo olayı değil. Ortada bir ırkçılık var. Bunu reddetmesinler, biz bunu görüyoruz. Polisle askerle alınan önlem çözüm getirmez.
"Sus! dizi izliyorum"
Filmlerinizin "sessizliği" eleştiriliyor. Yoksa biz mi çok konuşuyoruz?
Televizyon çok konuşan ve hiç susmayan bir alet. Dizilerde de o kadar çok konuşma var ki. Bir gün annem mutfakta uğraşırken içerideki televizyonda bir dizi yayınlanıyordu. Anneme o sırada bir şeyler söylerken bana 'Sus, dizi seyrediyorum' dedi. Aslında televizyon içeride ve o izlemiyor ama duyduklarını seyretmek gibi kabul ediyor. Diziler, tamamen sözele kitlenmiş ki o kadar sözelliğin karşısına sessizlik koyduğunuz zaman da bir mesafe oluşuyor. Ben konuşulmayan şeylerin daha önemli olduğunu da düşünürüm. Her şeyi konuşamayacağımıza inanırım. Filmlerimde de konuşmadan ne yapabilirim diye düşünürüm.
Bir film ilk nasıl canlanır aklınızda?
Bende sinema fikri bir görüntüyle geliyor. "Meleğin Düşüşü" filmi de bir gazetedeki fotoğraftan çıktı. Fotoğraftaki küçük kız önüne bakıyordu. Babasını öldürmüş. Uzun süre babasını neden öldürdüğünü söylemiyor. Sonunda çok utanarak 'Babam bana tacizde bulunuyordu' diyor. Ve çok ilginçtir ki babası ona tokat attığı için babasını öldürüyor. Asıl mesele cinsel taciz değil yani. Bu bana çok tuhaf gelmişti.
Yeni filminiz yine taşrada mı geçecek? Başka projeleriniz var mı? Bir de artık üçleme yapmayacağınız yazıldı...
Aslında tam bir şehir filmi yapmak istiyorum. Şehirde geçen bir aşk filmi... Bazı gazeteler bir daha üçleme yapmayacağımı yazdı. Ama ben 'Bir daha üçleme yapmayacağım' demedim. 'Şu anda yapacağım projeler arasında yok' dedim. İleride yaparım.
Yumurta-Süt-Bal üçlemesinin DVD'leri ve Uygar Şirin'in editörlüğünde benimle yapılan bir söyleşiden oluşan Timaş yayınlarından çıkacak bir kitap da ekim gibi raflarda olacak. DVD sektöründeki tröstler nedeniyle böyle bir üçüncü yol tercih ettim. Çünkü filmlerin dağıtımı için ya var olan iki kartelin sizi sömürmesine izin vereceksiniz ya da film yapmayacaksınız.(BT)