Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilebileceği açıklamasından sonra kamuoyu ve medyada çok sayıda tartışma yer aldı. Bu süreçte Suriyeli mültecilere yönelik ayrımcı söylem, hem geleneksel hem de sosyal medyada geniş yer buldu.
Bu tartışmanın kendisinin, üretilen söylemlerin Türkiye'de yaklaşık 3 milyon nüfuslu Suriyeli mültecileri nasıl etkilediğini, bu denklemde geniş toplumun nerede yer aldığını ve Türkiye'nin mülteci politikası ve politikasızlığını Türkiye'de Mültecilik kitabının yazarı Özge Biner ile konuştuk.
Biner, “Suriyeliler vatandaşlığa alınmalı mı, alınmamalı mı” tartışmasının mülteci meselesini siyasallaştırdığını belirterek, hem mülteciler hem de geniş toplum açısından zorlayıcı bir tarafı olduğunu vurguluyor.
Mülteci statüsü ve hakları verilmemiş bir topluluk üzerinden bir anda vatandaşlık tartışması çıkmasının, genel olarak mültecilerin hak ve statülerine dair belirsiz ve bilgisiz bırakılan toplumda tepkiye yol açtığının altını çiziyor.
“Türkiye gerçekten açık sınır politikası izledi mi?”
En baştan, Türkiye'nin sınırlarını açması konusundan alırsak, mülteci meselesi nasıl ve nereden tartışılmalı?
Türkiye’nin sınırlarından birinde savaş var ve insanlar yaşadıkları yeri bırakmak zorunda kalıyorlar. Türkiye en başta açık sınır politikası takip etti.
Gerçekten de sınır açık mıydı? Yoksa kime açıktı? Türkiye’nin gerçekten açık sınır politikası var mı? Varsa neden zaman zaman kapatılıyor?
Bunlar aslında en çok Suriyelilerin sorduğu sorular. Ancak insan hakları perspektifinden baktığımızda, savaş durumunda sınırların kapatılması akıl alan bir durum değil.
2011’den beri ülkede olan Suriyeli mültecilerin yasal statü ve hak anlamında neye sahip olduğu uzun süre belirsizdi. 2014 yılında ancak Geçici Koruma Yönetmeliği çıkartıldı.
Ancak bu yönetmeliğin ve geçici koruma rejiminin de ne sunduğu belirsiz. Yasada olanla pratik arasında, gündelik hayatta bu insanların yaşadıkları arasında dağlar kadar fark var. Sunduğu şeylerin gündelik hayattaki karşılığı kesinlikle somut değil, elle tutulur değil. Deneyimler arasında ciddi karşıtlıklar var. Şimdi de bir anda “vatandaşlık” meselesini duyuyoruz.
O anlamda Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmeli mi, verilmemeli mi sorusunun oldukça hileli bir tarafı var. Mültecilerin hak ve statüleri geçicilik esasına sabitlenmeden verilmeli öncelikle. Yasal tanınma ve bu tanınmanın gerektirdiği hak ve statü teslim edilmeli. Bu yapılmadan vatandaşlık meselesini nasıl ele alabiliriz? Bunu tartışmak çok önemli.
Bilhassa bu vatandaşlık tartışmasında en çok Suriyeli mültecilere ücretsiz eğitim, sağlık, TOKİ konutları gündeme geliyor. Bunların gerçekliği nedir?
Benim bu hikayede en tehlikeli gördüğüm şey şu:
Türkiye’de göç ve iltica meselesi akıl almayacak bir şekilde, çok hızlı bir siyasallaşmanıntırmayla çok başka bir tartışmaya dönüşmüş durumda. Bu kadar hızlı bir siyasallaştırmanın toplumsal anlamda çok tehlikeli olan bir tarafı var. Bu siyasallaştırma aslında iki taraflı bir korku yaratıyor.
Türkiye’nin mülteci politikası “yasa”dan çok “yasanın yokluğu” üzerinden üretildi. Buna “mülteci politikasızlığı”, ya da “duruma göre konumlanma” da diyebiliriz. Yasal statü ve hakkın ne olduğu belirsiz. Geçici Koruma ve Yabancılar Uluslararası Koruma Kanunu ve bu kanun çerçevesinde Geçici Koruma Yönetmeliği hazırlandı. Ancak, bu yasal düzenlemelerde yasanın hak ve statü anlamında ne sunduğu konusunda ciddi bir belirsizlik söz konusu.
Kanunda, Suriyeli mültecilerin -her ne kadar geçici olarak Türkiye’de ikamet edebilseler de- bu durumunun ne zaman sonlanacağı, Bakanlar Kurulu’nun verdiği kararla belirleneceği belirtiliyor. Mültecilerin hak ve statüsü yasayla belirlenmeli, Meclis'ten hızlıca geçen ve değişebilen kararla değil. Yani bu belirsizliğin içinde keyfi bir durum da var.
Bahsi geçen, ve yasada da geçen “herkes eğitim ve sağlık hizmetine erişebilir” kanunu da son derece keyfi bir şekilde uygulanıyor.
Nizip'e gittiğinizde, Nizip'te yaşayanlar size Suriyeli mültecilerin sağlık hizmetine erişiminin çok kolay olduğunu söyleyebilir. Ama çok yakınındaki Antep’e gittiğinizde, sağlık erişimi için hastaneye giden mültecilerin dil sorunu üzerinden ne kadar suistimal edildiklerini ve bunun para karşılığı yapıldığını duyuyorsunuz. İzmir’e geldiğinizde ise bazısı hiçbir hastaneye alınmadığını söylerken, kimileri de sadece belirli hastanelere alındıklarını söylüyor.
Yasada “Eğitime herkesin erişimi vardır” deniyor, bu bir hak tanımlanıyor. Ancak, Suriyeli mültecilere çocuklarını okullara kaydettirebilmeleri için hangi süreçlerden geçtiğini sorduğumuzda bu hakkın her zaman karşılığının olmadığını görüyoruz.
Yani Türkiye’deki mülteci hak ve statülerine dair olan hikayede belirsizlik ve standardizasyonun olmaması ciddi bir sorun olarak devam ediyor.
Bu nedenle “Geçici Koruma Yönetmeliği çıkarıldı ve bu "herkese sağlık ve eğitime hakkına erişimi mümkün kıldı” dememiz gerçekten mümkün değil.
“Mülteciler suistimal ediliyor”
Mülteci meselesini vatandaşlık üzerinden tartışmanın iki taraf için de zorlayıcı olduğunu söylediniz. Bu ne anlama geliyor? Bu tartışmalar nasıl bir iz bırakıyor?
Öncelikle şunu belirtmem gerek. Mülteciliğin yasal sistemde hak ve statü anlamında bu kadar belirsiz olduğu bir bağlamda, meselenin bir anda bu derece siyasallaştırılarak vatandaşlık üzerinden tartışılmasının zorlu bir tarafı olduğunu düşünüyorum.
Mültecilerin Türkiye’de ne tür bir statüsüzlükte bekletildiği düşünürsek, bu insanların gündelik hayatta verdikleri mücadelede gösterdikleri irade inanılmaz ve muazzam. Hiçbir hak ve statünün kesin ve mutlak bir şekilde verilmediği bir ortamda, bu insanlar hayatlarını devam ettirmek için son derece suistimale açık bir ortamda çalışıyor, yaşıyorlar.
Burada en zorlayıcı olan, insanların böyle bir suistimale maruz kaldıkları durumda, başvurabilecekleri, bununla baş edebilecekleri yasal anlamda mücadele edebilecekleri bir düzlemin bile olmaması.
Buna rağmen yaşanılan hayal kırıklığı ve kızgınlığın yine de hep kontrol altında tutulması için verdikleri inanılmaz bir çaba var. Gündelik hayatta ortaya çıkan o kızgınlık ve öfkenin kendilerinde yarattığı etkiyi en aza indirgeyerek hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar.
Burada tek taraflı bir suistimal söz konusu. Çünkü 14, 16 saat çalışıyor, çoğu zaman da ücretlerini alamıyorlar. Ev kiraları da benzer şekilde. Savaşın etkisinin daha çok hissedildiği sınır bölgelerinde savaşın ekonomisi var.
“Mülteci statüsünü tartışmadan vatandaşlığı tartışıyoruz”
Mülteci meselesinin siyasallaştırılması bu durumu nasıl etkiliyor?
Siyasallaştırma çok büyük bir çukur. İnsanların hiçbir bilgisinin olmadığı ortamda önlerine çok büyük bir cümle koyuyorsunuz ve o cümlenin neye karşılık geldiği bilgisi ise çok büyük bir boşluk. İnsanların aslında korkuları, kızgınlıkları, öfkeleri bu siyasallaştırma sürecinde üretilen söylemin neye karşılık geldiğini bilmemelerinden kaynaklanıyor.
Bu noktada Türkiye’de göç ve iltica meselesinin siyasallaştırılma sürecine de bakmak çok önemli. Aslında 2005’e kadar Türkiye meselenin siyasallaştırılmasına dair şanslı ülkelerden biriydi. Göç ve iltica konusunda siyasallaştırma, diğer ülkelere kıyasla yok denebilecek bir durumdaydı.
2005’te Avrupa Birliği süreciyle birlikte Ulusal Eylem Planı ile ele alınmaya başlandı. O noktada da “mülteci nedir, kimdir, statüsü ve hakkı nedir” sorusu daha tartışılmadan Geri Gönderme Merkezleri, Barınma Merkezleri’nin nerelerde nasıl inşa edileceği konuşuldu.
2005’ten 2012’ye kadar olan süre göç ve iltica meselesi için AB üzerinden konuşulan, kurumsallaştırılması gerektiği düşünülen ama Türkiye’de neyin ne olduğuna kafa yorulmayan bir süreçti.
2012’de bambaşka bir sürece girdik. Bir anda, bizim de çok önemli bulduğumuz bir yasa yapıldı. Ama yasada geçicilik meselesi ortada kaldı.
Geçicilik meselesi olduğu sürece, Türkiye’de bir mülteci statüsü ve hakkının yasal anlamda karşılığın olması mümkün değil.
2012’den bugüne baktığımızda mülteci statüsü ve hakkının ne olduğunun cevabı verilmeden vatandaşlık cümlesiyle karşılaşıyoruz.
“Bilgisizlik tepki ve korkuya dönüşüyor”
Devletin yasasızlık üzerinden yaklaşımını bir kenara koyarsak, geniş toplum bu “tehlike” denkleminin neresinde? Siyasallaştırma onları da mı korkutuyor?
Mültecileri suistimal eden kişiler, korkudan çok kendi çıkarları açısından Suriyeli mültecilerin vatandaşlığa alınmasını istemiyor.
Diğer kesimin tepkisininse neyin ne olduğunu bilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Siyasallaştırmanın çok hileli bir tarafı var. “Bilmeme hali”nin çok hızlı korkuya ve tepkiye dönüşen tarafı var.
Bu karşı çıkışın, bir şekilde suistimali gerçekleştirmeyen grubun karşı çıkmasının, kızgınlığı ya da tepki göstermesinin tamamen neyin ne olduğunu bilmeme halinden kaynaklandığını düşünüyorum.
“Tepkisel olarak kodlanan algıyı yıkmak çok zor”
Bütün algı inşası, siyasi aktörlerin kendini bu mevzu üzerinden konumlandırması üzerinden gerçekleşiyor. Konu artık mülteciler değil. Ülkedeki iktidar mekanizmalarının, mülteci meselesini ele alma biçimi yüzünden, bilmediğiniz bir şeyi, tepkisel olarak kodluyorsunuz. Bu çok kolay yerleşen ama çok zor yıkılan bir algı.
Bu nedenle bu meselenin “Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilirse kim, kimi yerinden edecek” düzleminde tartışılmasının çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ama ister istemez tartışma bu soru üzerinden dönüyor. Tartışmayı bu açıdan çıkarmak gerekiyor.
Mülteci statüsü verilen birine, statünün gerektirdiği haklar tanındığında, bu kişi ülkesine geri dönemiyor yahut başka ülkeye gidemiyorsa, zaten sürecin ilerleyeceği yer vatandaşlıktır. Bu olası bir süreç. Şu anki durumda meselenin tepkiyle karşılaşması mevzunun bir anda siyasallaştırılarak ele alınmasıyla alakalı.
Akademisyen. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi mezunu. Yüksek lisansını Strasbourg Üniversitesi'nden Siyaset Sosyolojisi alanında “Fransa-Almanya Sınırındaki Geri Gönderme Merkezinin Kurumsal Analizi” teziyle, doktorasını da aynı üniversiteden “Türkiye’de Geçici ve Mülteci Olma Deneyimi” çalışmasıyla aldı. 2007'de Fransa’da iltica ve göç alanında çevrimiçi yayın yapan Terra Yayıncılık’tan “Les retenus à la frontière: La mise en place de la politique d’éloignement: L’analyse institutionnelle de rétention administrative Geispolsheim” adlı çalışması yayınlandı. 2016'da “Türkiye'de Mültecilik - İltica, Geçicilik ve Yasallık Üzerine Bir İnceleme” başlıklı kitabı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıktı. Sınır Çalışmaları, Mülteci Çalışmaları, Hukuk Sosyolojisi, Hukuk Antropolojisi, Zamansallık alanında akademik araştırma yapıyor. |
(EA)