Dar bir alana hapsolma duygusu, dünya güçlerinin her an değişen bölme ve parçalama stratejileriyle daha da pekişmekteydi. Bu durum bir horlanma ve aşağılanma ile birlikte geldi; çünkü özellikle İttihad ve Terakki döneminde Osmanlı sisteminin gayrimüslim milletlerine yönelen devlet uygulamaları, insan haklarına aykırı bulunduğu ölçüde, Türkleri de bir kavim olarak mahkum etmenin meşruiyetini sağlamaktaydı.
Bu baskı ortamının iki temel sonucu oldu: Toplumsal bilinçaltına sürekli bir bölünme korkusu yerleşirken, buna çare teşkil etmek üzere Türklerin bir millet olarak onurlarını yeniden kazanmaları yönünde büyük bir çaba gösterildi. Onurun yeniden kazanılması veya "hakedildiğinin kanıtlanmasıyla", Türkiye Cumhuriyeti de çağdaş ülkeler arasında "hakettiği" yeri alacaktı.
Böylece bir yandan dil ve tarih üzerine ideolojik çalışmalar sayesinde Türklüğe dünya sahnesinde benzersiz bir yer açılmaya çalışılırken, öte yandan da tarihin unutulmasına dayanan "yeni bir başlangıç" mitosu üretildi.
Söz konusu sürecin ve anlayışın parçası olarak, Cumhuriyetin başına gelindiğinde gayrimüslim azınlık cemaatlerinin imparatorluk boyunca yaşanmış olan ortak tarihleri toplumsal hafızadan sanki "silinerek" yerine Lozan Anlaşmasının yaptırımları konmuştu.
Diğer bir deyişle gayrimüslimler artık toplumsal tasavvurun otantik öğeleri değil, devlete uluslararası hukuk yolu ile bağlanmış "ek" unsurlardı. Ne var ki Lozan esas olarak "insan haklan" perspektifine oturmakta ve gayrimüslim cemaatlere tüm vatandaşlık haklarının verilmesini ima etmekteydi.
Dolayısıyla da Lozan, Türk devlet anlayışı içinde ikircikli bir anlam ifade etti. Çünkü bu Anlaşma hem Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının ve bekasının uluslararası garantisiydi, hem de ülkeyi kuranlar tarafından geliştirilen "Vatandaş" tanımını zafiyete uğratmaktaydı.
Bunun nedeni çok etnili bir toplum yapısına sahip olunması yanında, insanların yüzyıllar boyunca kendilerini mezhepsel bir kimlik içinde algılamaları ve tanımlamalarıydı. Sonuçta Türk kavramı zımnen Müslüman tanımıyla bütünleşti ve bu topraklarda yaşamakta olan Müslümanların Türk oldukları şeklinde bir varsayım egemen oldu.
Diğer taraftan aynı Müslümanların bir kısmının tepeden gelen modemist devrimi reddetmeleri; reddetmeyenlerin ise çoğunluk oldukları için iktidara talip olmaları, rejimin, dini kontrol altında tutan otoriter bir laiklik üzerinde inşa edilmesine yol açtı.
Ancak bu laiklik gayrimüslimlerin önüne gerçek birer vatandaş olma yolunu açmadı. Oysa gerçekten laik bir devlette din farklılığına dayanan bir azınlık tanımı anlamını yitirebilir ve Lozan'da yaptırım olarak ifade edilen haklar zaten vatandaşlık temelinde sağlanabilirdi.
Çünkü bu kendine özgü laiklik anlayışı, devletin sahipliğine ve iktidar yapısına yönelik araçsal bir işlev görmekle kaldı ve gayrimüslim cemaat üyelerinin dinlerinden sıyrılan bir kimlik içinde devletle bağ kurmalarını engelledi.
Böylece ortaya devletle toplum arasında sürekli bir gerilim kaynağı olan, içi kasten belirsiz bırakılmış bir "Vatandaş" kimliği çıktı. Devlette billurlaşmış olan bekaya ve iktidar yapısına ilişkin korkular, dindar Müslümanlar karşısında laikliğin, gayrimüslimler karşısında ise Müslümanlığın bir ölçüt olarak alınmasıyla sonuçlandı.
Buna karşılık devletin dindar Müslümanlara ve gayrimüslimlere yönelik stratejisinde temel bir fark bulunmakta: Müslümanlar karşısındaki otoriter laiklik yorumu, Osmanlı dönemi ile bir kopuşun ifadesi ve iktidar alanının tanımına ilişkin bir araç. Oysa gayrimüslimler karşısındaki dışlayıcı ve zayıflatıcı politika, son dönem Osmanlı uygulamalarıyla bir süreklilik içinde, devletin bekası ve bütünlüğü mantığına dayanmakta.
Diğer bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi gayrimüslim cemaatlere, bugün halen "vatanı yabancı unsurlardan temizleme" misyonu içinde yaklaşıyor. Bu nedenle devlet hem her fırsatta Lozan'a sahip çıkmakta, hem de Lozan'ın en işlevsel maddelerini açıkça ve sistematik olarak ihlal etmekte.
Bu durum Türkiye'deki resmi modernlik algılamasıyla doğrudan bağlantılı gözüküyor. Bireyselleşmeyi ve kamusal alanda eşitlikçi bir bakışı vurgulayan relativist zihniyetin dışarıda bırakılarak, salt dinin ve geleneğin geriletilmesine dayanan bu modernlik tanımı, sonuçta otoriter zihniyet içinde şekillenmekten kurtulamadı.
Hukuk ve ideoloji devletin içerden tanımlanmış çıkarları doğrultusunda kullanılacak araçlara dönüştü. Böylece hukuku kullanan ama kendisini hukukun felsefesine bağımlı hissetmeyen; söz konusu hukukun dayandığı ideolojik tercihlerle yüzleşmekten kaçınan, devlet düzleminde tanımlanan "fayda"dan hareketle, etik kaygıları kolaylıkla bir kenara bırakabilen bir bürokratik tavır, devletin iç karar mekanizmasında kendisine kalıcı bir yer bulmuş oldu.
Gayrimüslim azınlık cemaatleri de esas olarak bu iç yapıya muhatap oldular. Lozan'dan gelen haklar hiçbir zaman tam olarak kullanılamadığı gibi, cemaatlerin iktisadi ve kültürel temellerinin adım adım yıpratılmasına yönelik de bir süreç yaşandı.
Dolayısıyla bu cemaatlerin günümüze kadar yansıyan ve giderek pekişen sorunlarının ve muhtemel çözümlerin kaynağı da, devletin zihniyetinde, iç yapılanmasında, karar mekanizmasında ve toplumla kurduğu ilişkide radikal bir değişimi ima etmekte.
Değişen dünya
Batıda yaşandığı biçimiyle klasik modern devlet yapılanmasının temeli, bireylerin kendisine vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu ulus devletler oldu. Bu aynı zamanda relativizmin üretebileceği muhtemel kaotik bireyler dünyasının, bir üst kurum tarafından meşru bir biçimde zapturapta alınmasını ifade etmekteydi.
Dolayısıyla ulus kimlikleri, geleneksel kültürden, tarih ve coğrafyadan türetilse de, büyük ölçüde bir "yaratı" olarak tarih sahnesine çıktılar. Bireyler ise kimliklerini bu ulusların doğal parçaları olmaları sayesinde elde etmekteydiler. Diğer bir deyişle ulusun onu meydana getiren bireye önceliği bulunmaktaydı ve bu anlayış devletin de meşruluğunun garantisi oldu.
Çünkü devletler ortak aklın yoğunlaştığı ve somutlaştığı kurumsal yapılar olarak, ulusun çıkarlarını "muhakkak ki" tek tek bireylerden daha iyi bileceklerdi. Böylece modernlik, bireyler arasında eşdüzeyli hak eşitlenmesine dayanan bir homojenizasyonun yaşandığı, buna karşılık o bireylerle bağlı oldukları ulus devlet arasında net bir hiyerarşinin söz konusu olduğu toplumsal bir var olma biçimi üretti.
Türkiye gibi ülkeler ise bu denklemin bireysel hak tarafından ziyade, devletle birey arasındaki hiyerarşik meşruiyete ağırlık verdiler. Bir yandan gayrimüslim vatandaşlar cemaat üyesi olarak algılanırken, Türk toplumu "sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir millet" olarak tanımlandı.
Böylece "millet çıkarını" savunmak da doğal olarak devletin uhdesine alındı. Ne var ki buradaki "millet" artık gayrimüslimleri içermemekteydi çünkü onların milletin dışında cemaatler olduğu açıktı.
Söz konusu anlayışın genelde Türk toplumu tarafından da paylaşıldığını vurgulamak gerekir, aksi halde gayrimüslim azınlık cemaatlerine yönelik doğrudan devlet eliyle sınırlayıcı politikalar üretilirken, buna hiçbir toplumsal tepkinin gelmemesi ve toplumun bu uygulamaları görmezden gelmesi kolayca açıklanamaz. Bu ortam geçen yüzyılın neredeyse sonuna kadar gayrimüslimlere yönelik yaklaşımın arka planını oluşturdu.
Ne var ki yüzyılın son çeyreğinde Batı dünyasında su yüzüne çıkan zihni değişim süreci, gecikerek de olsa son birkaç yıl içinde Türkiye'yi etkisi altına almış gözüküyor. Söz konusu değişim sürecinin kaynağı moderniteye yönelik eleştirilerin yeni bir toplum, devlet ve siyaset tanımına yol açması.
Günümüz ideolojik söylemleri içinde kendisine sıkça yer bulan "katılım" fikri modernitenin değil, ona alternatif olarak üretilen yaklaşımların uzantısı. Bu fikrin ardında ise, herhangi bir toplumda bireylerin sanıldığı gibi homojen olmaması ve devletlerin ulusları bizatihi temsil etme yeteneklerinin gerçekte son derece sınırlı olduğu tespiti yatmakta.(EM/EÜ)