11 Kasım 1942, Varlık Vergisi Kanunu’nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edildiği tarih olarak kayıtlara geçti.
Kanun kapsamında gayrimüslimlere ödeyemeyecekleri bir vergi yükü getirildi ve çoğu, mallarını haraç mezat satmak zorunda kaldı. Mükelleflerin yaklaşık yüzde 87’si gayrimüslim azınlıklardan oluşuyordu.
12 Kasım 1942’de Resmî Gazete’de yayımlanan kanunla ilgili dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, şöyle dedi:
Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat sunuyor. Piyasamıza egemen olan yabancıları ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.
Vergilerini ödeyemeyen mükellefler, borçlarını bedenen çalışarak ödemeleri amacıyla çalışma kamplarına gönderildi. İlk kafile, tamamı İstanbullu gayrimüslimlerden oluşan 32 kişi, 27 Ocak 1943’te Aşkale’ye doğru yola çıktı. 1943 yılı şubat ile eylül ayları arasında haciz ve satışlar devam etti.
Toplamda 1229 kişi Aşkale’ye gönderildi ve 21 kişi burada “borçlu olarak” yaşamını yitirdi.
Uygulamanın dünya basınına yansımasının ardından, 15 Mart 1944 tarihli bir kanunla devlet, o güne kadar tahsil edilememiş tüm vergi alacaklarından vazgeçti.
Kanun, Türkiye tarihinin karanlık bir ekonomik ve toplumsal dönüm noktası olarak hafızalara kazındı.
Varlık Vergisi’ni tartışırken
Varlık Vergisi hakkındaki olumsuz görüşlerini kendisine belirtmek için evine gelen Avram Galanti’ye Şevket Süreyya Aydemir şöyle der: “Galanti Efendi… Siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir savaşta, sanayiye, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Hatta bir takım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkanları korumak için oldu. (…) Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla, sizin bu sefer vereceğiniz iki yüz milyonluk kağıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir ‘Kan Vergisi’ desek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu? Ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle, sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle, bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haklı çıkarsak, vergileriniz silinsin. Ne dersiniz?”
Bu sözleri tarihsel bağlamından koparıp okuyacak olursanız, gayrimüslimlerin yönetici pozisyonunda olduğu, üstüne üstlük kendi mal ve canlarını korumak için Türkleri zorla askere alıp savaşa gönderdikleri bir ülkeden bahsedildiğini düşünebilirsiniz. “Biz savaşırken onlar zengin oldu” söyleminde hiç dile getirilmeyip göz ardı edilen gerçek, Osmanlı çoğulculuğunun eşitsizliğe dayalı bir sistem üzerine inşa edildiğidir. Devletin hakim milleti Müslümanlar ile onun himayesindeki gayrimüslimler siyasi, idari, hukuki yönden ve sosyal hayatın çeşitli yönleriyle eşit statüye sahip değillerdi Ehl-i kitap gayrimüslimler, İslam’ın üstünlüğünü ve Müslümanların hakimiyetini kabul ettikleri sürece devletin himayesi altındaydılar. İslam hukukuna göre zimmi statüsünde olan bu kişiler, bu korunmaya karşılık cizye ve haraç vergisi öderlerdi. Diğer kısıtlamaların yanı sıra zimmilerin silah taşımaları yasaktı ve askere alınmazlardı.
Bir başka deyişle, askere gidip gitmemek, savaşıp savaşmamak kendi tercihlerine bırakılmamıştı, gayrimüslimleri askerlik hizmetinden muaf tutan devletti. Aynı durum siyaset için de geçerliydi. On altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı siyasetinde rol oynayan zimmilerin sayısı ihmal edilebilecek kadar azdı. Oysa Osmanlı devletinde iktidarın da statünün de kaynağı devlet hizmetinde yatmaktaydı. Baron de Tott’un aktardığı, kocası bir saray entrikası sonucu idam edilen hatırı sayılır Rum bir kadının, kendisinin talihsizliğine ve özellikle kocasının ölüm şekline yazıklanan bir Avrupalıya hışımla söylediği “Nasıl bir ölüm ile ölmesini isterdiniz? Öğrenin beyefendi, ailemden hiç kimse bakkal gibi ölmedi” sözleri tam da bu duruma işaret etmektedir.
Yazının tamamını okumak için tıklayın.

Okuma önerisi
Zaven Biberyan, başyapıtı olarak kabul edilen Babam Aşkale’ye Gitmedi (daha sonra Karıncaların Günbatımı olarak yayımlanan) kitabında 1940’lı-1950’li yıllarda İstanbul’daki Ermeni ailesi Tarhanyanların yaşadığı sosyal, ekonomik ve kimliksel dönüşümleri anlatır.
Kitap özellikle Varlık Vergisi Kanunu ve kanun çerçevesinde gayrimüslimlerin maruz kaldığı ağır vergi yükleri, mal varlıklarının el değiştirmesi ve çalışma kamplarına sevk edilmeleri gibi hak ihlâllerini arka planına alır.
“Aşkale’ye gitmedi” ifadesi, vergi borcu nedeniyle çalışma kampına gönderilme tehdidine rağmen baba karakterin buna maruz kalmamasını hem bir kurtuluş hem de sembolik bir kayıp olarak yansıtır.
Roman, azınlıkların toplumsal konumu, ekonomik adalet ve aile içi çatışmalar üzerinden kişilerin ve kuşakların yaşadığı dönüşümleri derinlemesine işler. Edebi değeri kadar toplumsal belleğe katkısı da olan eser, Türkiye’de azınlık politikalarının anlaşılmasına ışık tutan önemli bir tanıklık niteliğinde. (TY)








