Yer: İstanbul
Tarih: 22.8.2002
Vakıflı Köyü Ermenistan dışında bulunan tek Ermeni köyü... Türkiye sınırları içinde, Antakya'da... Daha önceleri yüzlercesinin olduğu Anadolu topraklarında... Türkiye'de varolan "hoşgörü"ye örnek göstermek isteyenlerin hemen başvurduğu "vitrinlerden" biri Vakıflı Köyü...
Vakıflı Köyü'nde geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar günleri Astvadzadzin Yortusu (bağ bozumu, üzümlerin kutsanması) kutlandı. İstanbul'dan, Ermenistan'dan, Lübnan'dan, Suriye'den insanlar geldiler; Knar grubunun müziği eşliğinde bar tuttular, halay çektiler; Ermenice söylenen türkülere Ermeni olmayanlar, Ermenice bilmeyenler Türkçe eşlik ettiler; kazanlarla pişen keşkeklerden beraber yediler...
Köylüler misafirlere evlerini açtılar; buzlu portakal şurupları ikram ettiler. Kendilerini, adetlerini; evlerinin, diktikleri çiçeklerin hikayelerini anlattılar.
Her anlatılan hikaye bizim hikayemizdi. Vakıflı Köyü'nde anlatılan hikayelerdeki dil, bizim dillerimizden biriydi... Kendimizi anlamamız için sahip olmamız gereken dillerden biri...
Sadece Ermenilerin bir "lisan" olarak konuştukları Ermenice dilini kastetmiyorum; Ermenilerin duygularıyla, algılama biçimleriyle "yaşadıkları" dili kastediyorum. İçinde hareket ettikleri dünyayı, soludukları havayı kastediyorum... Bu öyle bir "dil" ki, bir yandan kendi kimliğiyle varolma mücadelesi veriyor... Diğer yandan bu toplumun çoğunluğunun yaşadığı "dil"le varoluyor... "Allah rahmet eylesin"lerle, "şeker bayramınız kutlu olsun"larla çoğunluğun duygularını paylaşıyor. Tek bir Ermeni'nin olmadığı parlamentoda olup bitenlere kafa yoruyor; tek bir Ermeni'nin top koşturmadığı Fenerbahçe, Galatasaray için yanıp tutuşuyor; milli takımın, 12 dev adamın sevincine ve üzüntüsüne ortak oluyor; o çoğunluğun soluduğu havayı paylaşıyor...
Tanıdığımız bir Ermeni'ye hiç "bayramınız kutlu olsun" demek aklımıza geldi mi? Daha doğrusu Ermenilerin bayramlarının ne zaman olduğu hakkında bilgisi olanımız var mı? Varsa, kaç kişiyiz biz? Biz bayramlarımız nedeniyle tatile çıkarken, Ermenilerin kendi bayramlarında işlerine ve okullarına gittiklerini, göz ucuyla bile olsa, hiç gördük mü? "Biz çoğunluk olduğumuz için, bizim haklarımız yanında onlarınkinin ne önemi var?" mı dedik yoksa? Onların sabırsızlıkla anlatmak istedikleri kendi hikayelerine kulak vermek istedik mi? Onlara biz kendi hikayelerimizi dayatmak istedikçe, onların kendi hikayelerini bile unutmak istediklerini fark ettik mi?
En iyisi, Türkiye'den 70'li yıllarda, bir "dövülme olayı" üzerine göç etmiş olan Ermeni kökenli bir (artık) Amerikan vatandaşı Ağacan'ın anlattığı (onun da eski Hayat mecmuasından Şevket Rado'dan okuduğu) "cennet-cehennem" hikayesini aktarmak: Allah'ın sevgili kullarından biri cenneti ve cehennemi çok merak etmiş. Allah'a yalvarmış, yakarmış "bana göster cennetini, cehennemini" diye... Allah bu sevgili kulunun arzusunu yerine getirmiş... Önce cenneti göstermiş. Cennet kutsal kitaplarda tam tasvir edildiği gibi... Yeşillikler, şırıl şırıl akan nehirler, kuşlar, çiçekler... Ve insanlar hiçbir şeyin eksik olmadığı sofralarda yemek yiyorlar... Ama garip olan bir şey var: insanların ellerinde upuzun çatallar (ben diyeyim bir metre, siz deyin iki metre) var ve bu çatallarla sofrada karşılarında oturanlara yemek yediriyorlar. Sevgili kul pek anlamıyor durumu; "en iyisi bir de cehennemi görmeli" diye düşünüyor... Cehennemde garip olan şey ise yanan ateşlerin, zebanilerin olmaması; tersine bütün manzaranın aynı olması; yeşillikler, sular, kuşlar, donatılmış muhteşem sofralar vs.. Hatta uzun çatallar... Ama cennetten farklı olan bir şey var: insanlar aynı uzun çatallarla bu sefer başkalarına yemek yedirmiyorlar... imkansız bir şeyi yapmaya çalışıyorlar: kollarından uzun bu çatallardaki lokmaları kendi ağızlarına sokmaya çabalıyorlar... ve beceremiyorlar...
Yani, bölünme paranoyaları yaşayan bu memlekette ortak hikaye yazmak o kadar basit ki aslında...
(1/1)