Linç: Birden çok kimsenin, kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi (Kaynak TDK). Bir kişiyi linç etmek için kalabalık tarafından yapılan şey (Kaynak Larousse).
İng. Lynch: Yargısız infaz
Lynch's Low: Lynch Kanunu
William Lynch: 1810'lu yıllarda Virginia eyaletinde kurulan yasadışı halk mahkemelerine önayak olan Amerikalı yüzbaşı. (Kaynak Nişanyan Sözlük)
(Birini) Linç etmek: Yargılamadan öldürmek (Kaynak TDK)
Linç Etmek: Bir kalabalığın, bir grubun, yasal bir yargılama / karar olmadan, bir kişinin hayatına son vermesi ya da onu şiddete maruz bırakması (Kaynak Larousse)
Her üç kaynakta da aradığımız ifadeler aynı: Linç ve linç etmek. Üç kaynağın bize sunduklarıysa biraz farklı. Nişanyan Sözlük'ün Lynch Kanunu'na yaptığı göndermeyi bir tarafa bırakırsak (1), kelimelerin Türk Dil Kurumu Sözlüğü'ndeki ve Fransızca olarak da Larousse'daki tanımlarında çok dikkat çekici bir farklılık var.
Larousse, linç etmeyi "yasal bir yargılama / karar olmadan" ifadesiyle tanımlarken, TDK linçten bahsederken "kendilerine göre suç olan bir davranıştan ötürü" ifadesini eklemiş bu yasadışılık mevzusuna.
"Ters ilişki teklif etti, öldürdüm"ün ceza indirimi sağladığı bir ülkede herhalde bu gizli meşrulaştırma tuhaf olmasa gerek.
Kelimenin anlamındaki vurguyu "yargısız infaz"dan alıp "birilerine göre suç" olan bir eylemin cezalandırılmasına yaptığımızda, ister istemez "kanunların yetersiz kaldığı durumlarda adaletin sağlanması" gibi bir çağrışım yaratıyor.
"Kamu vicdanı", yaşanan olayı hazmedemiyor ve linç başlıyor. Örneğin, fiziksel şiddet içeren linçin en tahammül edemediği suç tecavüz.
Sözlü ve/veya yazılı, bu yazı kapsamında "medyatik linç" ise çeşitli hedefler seçebiliyor kendisine. Google'a "Medyatik linç" yazıp aradığınızda ilk birkaç sayfada karşınıza Ahmet Kaya, Fethullah Gülen ve Onur Öymen'le ilgili haberler çıkabiliyor örneğin. Kişiler dışında, belli dönemlerde belli gruplara -örneğin İslami cemaatlere- yönelik medyatik linçten de yakınılıyor zaman zaman (2).
Ragıp Duran'ın bir yazısında değindiği gibi, medyanın fiziksel linçe yol açtığı olayların en önemlilerinden 6-7 Eylül Olayları'nı da unutmamak gerekiyor (3).
Velhasıl, görsel-işitsel-yazılı yayın organları herhangi bir konuda, geçerli bir karara dayanmaksızın bir kişi ya da grubu suçlayıcı, hedef gösterici, aşağılayıcı vb. yayın(lar) yaptığında, söz konusu kişi ya da gruplar doğrudan fiziksel şiddete maruz kalabildiği gibi, böylesi bir yayının en "hafif" etkisi, toplumdaki nefret ve önyargıları beslemek, dolayısıyla belli bir kişi ya da grubun toplumdaki yaşam alanını daraltmak ve hatta yok etmek olabiliyor. Yani, fiziksel değilse de sosyal olarak ölümle sonuçlanabilen bir eylem söz konusu.
Neden "sosyal ölüm" gibi pek iddialı bir ifade kullandığımı açıklamam gerekirse, şunu söyleyebilirim: Medyatik linçle yapılan, kişinin (ya da grubun ve yine bu yazı özelinde eşcinsellerin) itibarını, toplumsal konumunu / durumunu / kabul görürlüğünü tahrif etmektir.
Kamusal alan kavramını, sosyal bilimlerin en tartışılan konularından biri haline getiren Jürgen Habermas'ın ardından Frankfurt Okulu'nun başına geçen filozof Axel Honneth, itibar / kabul görmeyle ilgili üç aşamadan bahsediyor (4).
Bunların ilki, duygusal bağ kurduğumuz çevre tarafından tanınma, ikincisi hukuki - siyasi bir varlık kazanma, üçüncüsüyse kişinin kültürel kimliğine bağlı olarak sahip olduğu bazı değerlerin, bazı özelliklerin ya da somut birtakım yeteneklerin ve hakların toplumsal kabulü.
"Bu üç kabul görme / tanınma biçiminden birinde sorun olursa bu, kişinin tüm kimliğine yönelik bir saldırı olarak algılanacaktır" diyor Honneth, ve ekliyor: "Bu saldırı kişinin fiziksel, hukuki ya da ahlaki bütünlüğünden herhangi birine yönelik olabilir."
Medyanın, eşcinsellere bakışı ve onları yansıtışıysa farklı boyutlarda olsa da, her üç kabul biçimini de etkilemekte aslında.
"Eşcinsellik, daha çok eğitimli insanlarda görülüyor" başlıklı bir haber, şiddet içermiyor ve şiddete yöneltmiyor gibi görünse de ailelerin üniversite mezunu, "akıllı" çocuklarına gidip "Bak ne diyor gazete... Seni çok okuttuğumuz için mi böyle oldun?" demelerine yol açabiliyor örneğin.
Biraz karikatürize edilmiş olsa da bu örnek "yaşanmış bir hikayeye dayanmaktadır" diye de belirtelim.
Eşcinsellere yönelik medyatik linçten bahsetmek çok olağan geliyor ama aslında bu kavram, en azından Türkiye'de, eşcinsellik ve/veya eşcinsellerle ilgili olarak pek de sıklıkla kullanılmıyor.
Medyanın LGBTT kişilerle ilgili kullandığı dil, "medyatik linç" kavramına bu kadar denk düşüyorken, konunun bu açıdan fazla gündeme gelmemiş olması sanırım eylemin zamana yayılmasıyla ilgili.
Linç, kısa süreli ve hemen sonuç veren bir saldırıyı ifade ederken, medyanın LGBTT kişilere yaklaşımı uzun soluklu bir linç örneği olarak o kadar da dikkat çekmiyor galiba. Ayrıca dildeki bu süreklilik, yazılanların-okunanların-izlenenlerin "normal"leşmesine giden yolu da açıyor.
"Travesti Cinneti" ya da "Tra vesti Terörü" başlıklarının bir dönem istikrarla kullanılmış olması bu kalıbın hem dilsel hem de içsel olarak "öğrenilmiş" olmasına dayanıyor aslında.
"Sıradan" bir üçüncü sayfa haberi için uzun uzun başlık düşünmeye gerek yok nasılsa ve "hepimiz biliyoruz ki" travestiler daima cinnet geçirir, dehşet yaratır, saldırgandır vesaire...
Bu dil elbette ki değişmekte, hak örgütlerinin medyayla kurduğu ilişki -sınırlı bir çerçevede de olsa- medyayı da değiştirmekte. Sorun, bu değişim için verilen mücadelenin neredeyse her bir yayın organı için sürekli baştan başlamasının gerekmesinde belki de.
Her şeyi herkese tane tane ve en başından anlatmak gerekiyor çünkü eşcinselliğe dair en olumlu sayılabilecek haberleri yazanlar dahi örneğin temel kavramların neye tekabül ettiğinden habersiz aslında. Bu habersiz olma hâli de, 40 yıldan fazla zamandır aşılabilmiş değil.
Konuyla ilgili olarak gazetelerin eski sayılarına bakarken 10 Temmuz 1968 tarihli Milliyet gazetesinde T. Kakınç imzalı -ki çok büyük bir hata yapmıyorsam kendisi romancı Tarık Dursun K.- bir yazıya rastladım.
Berlin Film Festivali hakkındaki yazıda, Kakınç sinemanın işlemeye başladığı yeni konulardan bahsediyor ve yazının spotu şöyle: "Kadın-erkek arasındaki cinsel ilişkiler de önemini yitirince, sinemacılar işi önce homoseksüelliğe, sadizme ve mazoşizme, son olarak da eşcinselliğe kadar götürdüler."
Yazının bütününden anlıyoruz ki eşcinsellikten kasıt lezbiyenlik, ya da yazıda geçtiği haliyle "sevici kızlar". Eşcinsellerin maruz kaldığı medyatik linçin sürekliliğinden bahsederken gerçekten tutarlı bir sürekliliği kastediyorum velhasıl çünkü bilmemek ve yok saymak da bu linçin bir parçası bence.
Türkiye'yle ilgili kapsamlı bir araştırma elimizde olmasa da, Fransa'da medyanın kullandığı dile dair politik eleştiriler yapma amacıyla 1999'da kurulan "Les Mots Sont Importants" (Kelimeler Önemlidir) grubundan Pierre Tevanian ve Sylvie Tissot, bir makalelerinde ana akım medyanın kullandığı dile dair genel çizgilerin ikili bir mantıkla ifade edilebileceğini aktarıyorlar (5).
Buna göre, ilk belirleyici unsur, egemenler tarafından uygulanan şiddete dair yapılan "örtmece" (edebikelâm, öfe mizm/euphemisme), yani aslında olumsuz olan bir şeyi olduğundan daha hafif ve daha önemsiz gösterme ve bir tür meşrulaştırma.
Yazarların "egemen"den kastı, devlet, işverenler ve erkek egemen-heteroseksist- beyaz merkezli toplumsal baskı. Türkiye ile bağlantılandıracak olursak, eşcinsellere yönelik nefret cinayetleri söz konusu olduğunda "ters ilişki teklifi"nin hafifletici unsur olarak öne çıkartılması, sadece medyatik değil hukuki bir örtmece olarak da karşımıza çıkmakta.
Medya dilinin ikinci belirleyici unsuru ise tahakküm altında olanların uyguladığı şiddetin abartılması -ki Türkiye medyası söz konusu olduğunda bunun en belirgin örneği travestilerin daima şiddetle ilişkilendirilmesi ve bu şiddetin sanki birden ve öncesi/sonrası yokmuşçasına ortaya çıkmış gibi sunulması. Böylelikle, ezilen tarafın söyledikleri ve söylemi itibarsızlaştırılmış oluyor.
Nasıl ki eşcinsel haklarını savunmak, salt eşcinsel haklarıyla sınırlı kalamazsa, nasıl ki her hâk mücadelesi sadece kendi alanına sıkışıp kalmamalı ve tam tersine tüm ezilenleri kapsayacak bir mücadele içinde olmalıysa; medyanın kullandığı dile yönelteceğimiz eleştiri de öncelikle varolan medya sisteminin eleştirisinden, hemen ardından da o medyanın içinde bulunduğu toplumun ve genel olarak sistemin eleştirisinden bağımsız olamıyor.
"Travesti olarak çalışmak", "ters ilişki" vb. ifadeler, bunları kullanan gazetecinin dünyaya (ve özelinde eşcinselliğe) bakışı hakkında bir fikir verdiği gibi, gazetelerin editoryal sistemine ve içinde bulunduğu yapısal sorunlara dair de bir şey söylüyor.
En basitinden söyleyecek olursak, ilk aşamada, ucuz ve her an değiştirilebilir işgücü, sendikal örgütlenmenin yokluğu ve iş güvencesinin olmayışı, beraberinde haberi üretenin yeterli niteliklere sahip olmamasını ya da işini kaybetmemek adına kapasitesinin üzerinde çalışmasını ve dolayısıyla yazdığı şey hakkında yeterince düşünmemesini getiriyor.
Haberleri seçmek ve düzeltmekle sorumlu editörün çalışma koşulları ve nitelikleri de astından farklı olmadığı için, kontrol mekanizması aslında çalışmamış oluyor ve bizler de okur olarak ortalama bir dille ve ortalama bir anlayışla yazılmış haberlere maruz kalıyoruz.
İşte bu ortalama dil ve ortalama anlayış da, toplumun genelinden bağımsız olarak düşünülemiyor ve bu dil -sadece eşcinselleri ya da medyayı değil- tüm ezilenleri kamusal alanın bütününde mağdur etmeye devam ediyor.
Ders kitaplarında, annenin ev kadını, babanın "eve ekmek getiren kahraman" olmaya devam ettiği, azınlıkların aşağılandığı ve eşcinsellerin varolmadığı bir sistemde, bize "yabancı" olana karşı nasıl bir tepki geliştireceğimiz konusunda ister istemez acemi kalıyoruz. Oysa ki "kelimeler mühimdir", dikkatli kullanınız. (İE/BB)
(1) Virginia bölgesinde, adaletin uygulanma biçimini değiştirmeye karar veren William Lynch, Amerika'da Bağımsızlık Savaşı sırasında kendisinin başkanlık edip jüriyi seçtiği, cezalandırmayı yönettiği, yani bir tür hem yargıç hem savcı hem cellat olduğu mahkemeler kurmuştur. Daha sonra senatör olan Lynch'in, hayatını saygın bir insan olarak sürdürmesi, linç kelimesinin toplumsal meşruiyeti -bu meşruiyet dönemlere göre değişiklik gösterse de- ortaya koyması açısından ilgi çekici.
(2) GÜZEL Murat, "İsmailağa'da Medyatik Linç", Anlayış dergisi, Ekim 2006,
(3) DURAN Ragıp, "Linç Kültürü ve Medya", bianet, 23 Eylül 2006
(4) Philosophie Dergisi'nin Ekim 2006 tarihinde yayınlanan beşinci sayısında, Alexandra Laignel-Lavastine tarafından Axel Honneth ile yapılmış söyleşiden alıntı.
(5) TEVANIAN Pierre & TISSOT Sylvie, "La Langue Des Medias, Pourquoi La Critiquer, Comment La Critiqer?" (Medyanın Dili, Neden Eleştirmeli, Nasıl Eleştirmeli?), In Mouvements, n 61, Ocak - Mart 2010, ss. 45 - 59, s. 47.
* İdil Engindeniz'in yazısı, Kaos GL'nin Ocak Şubat 2011 tarihli 116. sayısında yayımlandı.