Erivan yoluna çıkarken sesli ve görsel iki imge: Biri Haig Yazdjian. Udun yanı sıra kanun ve ney gibi yerleşmiş eşlikçileri piyano ve perküsyon benzeri enstrümanlarla hibrid bir çalkantı içinde tarttığı Hanin. Folklorik bir kımıltıyla ağır ağır açılıp sonra tüm bir müzikal yaratıcılığın içinde patlayarak havaya tutunan o polifonik duman bulutu. Acının her bedende başka bir surete büründüğü anonim sahiplik.
Diğeri yıllar öncesinden Sergei Paradjanov’un bir dizi hareketli fresk ve canlı dolgu-figürle donattığı filmi Sayat Nova. Küçük Harutyun’un erkenden ayırdına vardığı renk ve dokuların bozkırda tüf kanatlı bir gövde gibi açılması; şiir söyleme cezbesinin kahır çiçeği. Zihninde hiç durmadan yer değiştiren işaretlerin bazen iskelet yüzlü bir miğfere, bazen patiska işli bir asa kınına, bazen dövenle tahıl çiğnenen bir tapınak düzlüğüne bağlandığı nefessiz bir ikona bandı Sayat Nova.
Bu yükün çağırdığı onca resim, ses, renk ve izle Erivan’a… Bir erkek ve bir kadın, ömürlerinde ilk defa.
Gün gece yarısına yaklaşıyor, İstanbul Atatürk Havalimanı…
Kontrollerden geçen yolcular uçağa binmek için servis otobüsünü tıka basa doldurmuşlar, yerlerde valizler, çantalar, koli paketleri ve şeffaf şemsiyeler; adım atmak mümkün değil. Yolcular, otobüsün kapısı açılır açılmaz yerlerinden fırlarmışçasına birbirlerini itekleyerek uçağın merdivenlerine koşuşturuyor. Çoğunluğu kadın olan yolcuların ellerindeki eşyanın fazlalığı ile bagajların sınırlı alanı sorun yaratıyor. Bagaj kapmaca başlıyor, önce gelen yerleştiriyor, sona kalan boş alan bulamıyor ve koltuğunun üstündeki bagajları boşaltmaya kalkıyor… Bagajlarını yerleştirirken ter içinde kalan yolcular arasında ağız dalaşı başlıyor. Hostes araya giriyor. Koltuk altlarına yerleştirmelerini istiyor ama büyük valizler sığmıyor… Uçağın kalkması için hiç durmadan yolcuların oturması, bagajların yerleştirilmesi uyarısı yapılıyor. Dinleyen yok. Şemsiyelere yer bulunamıyor. Birkaç gün önce sağanak vardı, onun için mi almışlardı işportada beş liraya satılan şeffaf şemsiyeleri, ama bazılarının elinde birden fazla… Hostes açıkta kalan bazı valizleri alıp uçağına arka tarafına söylenerek götürüyor “Aşağıdan izin vermemeleri lazım, ama hep aynı…”
Sabahın ilk saatleri, Erivan Zvartnots Havalimanı…
Pasaport kontrolü… Kadınlar sakin ve yorgun, kollarında taklit marka çantalar... Kuyrukta ilerlerken koli paketlerini ayaklarıyla itekliyorlar… Kutulara bakılırsa daha çok tekstil eşyası ve ayakkabı taşıyorlar.
Yabancılar vizeyi havalimanında alıyor. Formları doldurup işlemlerin sonuçlanmasını beklerken, kocaman “I remember and demand” –“Hatırlıyorum ve talep ediyorum”– tümcesinin başvuru gişelerinin üzerine yazıldığını fark ediyor kadın, gözlerini ovuşturarak bir daha okuyor…
Öğlene doğru, Cumhuriyet Meydanı, Erivan…
Meydanı çevreleyen pembe ve boz taştan yapılmış binalar güneşte güzelliğini olanca cömertliğiyle sergilerken, gölgede gizleniyor. Merkezi kalıptan kesilip çıkarılmış bir bilezik gibi Erivan. Tüm halkayı baştan sona kat edip sınırı taşıran tek ana arter Mashtots Bulvarı. Bir ucu Aziz Sargis Kilisesi’ne bağlanırken öbür ucu da Matenadaran’daki dikçe bir yokuşun üzerinde bulunan Elyazmaları Müzesi’ne sınır. Şirazlı Sadi’den İbn Sina’ya, Copernicus’tan Goethe’ye kimi nadir parçalar.
Yeni Erivan ise Cumhuriyet Meydanı’yla Opera Binası’nı birbirine eklemleyen ve Northern Avenue adını vermekte bir beis görmedikleri pahalı bir bulvar üzerinde… Arsa spekülasyonunun taşkın hevesiyle şehrin renkli taş kuşanmış bedeni arasında sıkışan adsız sansız bir replika. Erivan’ı planlayan mimar Alexandar Tamanyan görseydi ne derdi?
Bir deniz kenti gibi hayatın yavaş aktığı Erivan hakkında konuşarak yolun karşısına geçerken, Türkçe sert ve tiz bir sesle yöneltilen “Türk müsünüz?” sorusunu duyduklarında bir an duruyorlar. Sesin geldiği yöne baktıklarında soruyu soran otuzlarında, boylu poslu, şişmanca, siyah elbise giymiş, çocuk arabası süren bir kadın. Arabadaki çocuk uyuyor.
“Evet, ya siz?” diyor, Erivan’a gelen kadın. Siyahlı kadın aynı ses tonuyla, “Suriyeli Ermeni’yim, üç ay önce geldim” karşılığını veriyor. Tam kaldırıma çıkarken çocuk arabasını sürmekte zorlanan siyahlı kadına, “Yardım ister misiniz“ diyerek konuşmayı sürdürmek istiyor, ama aldığı “hayır” yanıt havada asılı kalıyor. Yardıma ihtiyacı yok muydu?
Evet, 1915… 2015…
Bir süre konuşmadılar… Yürürken bir heykelin önünde durdular. Kökleri dışarıda bir ağacın üzerine yarı oturmuş, yükselen bir erkek heykeli. Aslında kökleri kendinde… Tanıtıcı levhaya bakıyorlar: Tanınmış Ermeni klasik müzik bestecisi Vartabed Komitas (1869-1935).
Belleği gerilere gitti, anımsadı: Komitas, Kütahya doğumluydu, 24 Nisan 1915’te Tehcir Yasası uyarınca İstanbul’da tutuklanan 235 Ermeni’den biriydi. Ertesi gün trene bindirilerek Çankırı’ya gönderildi. Bazı yazarların, diplomatların girişimi üzerine, Talat Paşa’nın özel emriyle İstanbul'a geri döndü, akıl sağlığını yitirdi, bir daha hiç konuşmadı, piyano çalmadı, beste yapmadı. Son 20 yılını Paris'teki bir sanatoryumda geçirdi ve 1935’te öldü.
Yürüyorlar Erivan sokaklarında, parklarında… Bir heykel daha: William Saroyan (1908-1981), “ABD asıllı Ermeni yazar” diye bir not düşülmüş. Saroyan, ardında bu kıyamın külünü savurduğu bir yurt bırakmıştı, sonra dönüp Bitlis’te o kayıp vatanın izini sürdü. O elinde kalanla yetindi mi bilinmez, ama bize kalan boşluğu iskandil etmek mümkün değil.
Sonunda birçok heykelin bir arada olduğu Cafesjian Center For Arts’a ulaşıyorlar. İngiliz Lynn Chadwick, Kolombiyalı Fernando Botero ve ABD’li Pete Woytuk’un çalışmalarının bulunduğu ağaçlı, çiçek tarhlı ve oturma banklarının bulunduğu bir park. Devamında 572 basamaklı taş Cascade çağlayanının tepesine çıkıyorlar. Burası Ağrı (Ararat) Dağı’nın en iyi görüldüğü yer, ama bugün göstermiyor kendini, başı bulutlu. Neredeyse Erivan’ın her noktasından Ararat’a selam verebilirsiniz. Tamanyan kenti planlarken buna özen göstermiş. Erivan Ararat’sız hayal edilir mi? Yalnız bir gelin gibi geziniyor Erivan’ın etrafında Ararat.
Gündüz, sabah saatleri, yağmur yağıyor.
Cumhuriyet Meydanı’nın yakınında, Buzand Sokağı’nda mezar taşı gibi yerleştirilmiş kırmızı taşlar dikkatlerini çekiyor. Gidip bakıyorlar, hemen girişteki tanıtıcı yazıya: “Kültürel Soykırım: Haçkarların Anlamı.”
“1915'te Osmanlı Hükümeti Ermeni nüfusunu sadece sürgüne gönderip katletmedi, aynı zamanda Batı Ermenistan'daki Ermeni uygarlık mirasına karşı iradi ve planlı bir yıkım gerçekleştirdi. Süsleme sanatları kadar Ortaçağ’a ait binlerce elyazması, kilise ve manastır da yok edildi. Bu siyaset, kendisi de Ermeni halkının varlığına hoşnutsuzca tanık olan Türkiye Cumhuriyeti tarafından da sürdürüldü.
1915 itibarıyla Batı Ermenistan'da 170.000 anıt vardı, bugün sadece yüzde ikisi ayakta. Taştan oyulmuş 4500'ten fazla haç da Batı Ermenistan'daki Culfa'da bulunan anıtlarla aynı yazgıyı paylaştı. 2005’te Azerbaycan ordusu tarafından yerle bir edildiler…”
Parkta, o manastır ve kiliselerin bir zaman yer aldığı Türkiye’deki kentlerinin adı tek tek yazıyor. Kayıp yurt Batı Ermenistan… Hiç konuşmadan, yağmurun altında, parktaki banklardan birine oturuyorlar… Erivan’da hava her an sürpriz yapabilir; güneş-yağmur-güneş-bulut-rüzgâr… Güneş kırmızı ıslak taşların üzerine vuruyor, kalkıp yürümeye başlıyorlar. Eski taş binanın saçağında bir grup orta yaşlı erkek ağızlarında sigara, ayakta kâğıt oynuyor…
Akşam…
Kapalı olan Ermenistan-Türkiye sınırının iki yakasındaki insanların hikâyelerini anlatan “Kader Komşuları: Üçüncü Kuşak” adlı belgesel filmin gösterimi sonrası konuşkan, ince, uzun boylu, 22 yaşında, üniversitede Türkoloji ve tarih okumuş bir gençle tanışıyorlar. Genç, ihtiyaç olursa gönüllü tercümanlık yapabileceğini söylüyor; telefon numaraları, e-mail adresleri alınıyor…
Erivan ziyaretçisi kadın ve erkek akşam yemeği için lokantadalar… Ermenice-İngilizce mönüden yemek ve içkilerini 20’li yaşlarındaki çekingen erkek garsona sipariş ediyorlar.
Yemekler geliyor… İkinci kadehlerini söylerken garson İngilizce, “Türk müsünüz” diye soruyor – garsonun da Türkçe konuştukları dikkatini çekmiş olmalı. “Evet…” sözüyle başlayan cümle bitmeden, garson neredeyse aksansız bir Türkçe’yle karşılık veriyor: “Ben de 1,5 ay önce geldim, Suriye’den, Suriyeli Ermeni’yim…”
Evet. 1915… 2015…
Konuştukça “Türk müsünüz” sorusunu daha çok mu duyacaklar? Bir de Suriye’deki yıkımın vebali miydi bu sorular? İnsanların gözlerinin içine bakmak gittikçe zorlaşıyor.
Güneşli bir gün, sabah saatleri…
Bu kez onlara, film gösteriminde tanıştıkları genç eşlik ediyor. Büyükdedesi 1915’te küçük bir çocukken Yunanistan’a kaçarak kurtulmuş. Kökleri Yozgat’ta büyükdedesinin… Şimdi görmek istiyor Yozgat’ı…
Soykırım Anıtı’na gitmek için üçü metroya biniyorlar… Ama biraz da yürümek gerekiyor. Metrodan inip anıta giden yola çıktıklarında upuzun bir cadde onları karşılıyor… Yol boyunca bilboardlarda onlarca afiş: “100 Hayat”, “#Ermeni ol #Hayatta Kal”, “191.5million”, “Yeryüzünün yarısı Ermeni Soykırımı’nı resmen ya da kısmen kabul ediyor”, “1915 cürüm gereçleri” – buradaki 1915 rakamı bıçak, ip, silah, kılıç ve balta kullanılarak yazılmış. Fes ve palabıyıklı bir suretin 1915’i, Hitler saçı ve bıyığının ise 1939’u temsil ettiği başka bir afiş ve altındaki yazı: “Gelecekteki akıbetten kurtulmanın yolu geçmişi kınamaktır.”
Yol boyunca bilboarddaki yazılardan hiç konuşmadılar. Anıtın yer aldığı parkın girişine geldiklerinde kökleri Yozgat’ta olan genç 100 metre ileriyi gösteriyor. “Ararat’ın en güzel görüldüğü yerlerden biri de orası, gelin bakın,” diyor. İşaret ettiği yere gidiyorlar. İkisi de gençle ayrı ayrı, Ararat’ı arkalarına alarak objektife poz veriyor. Fotoğrafta sarılmışlar birbirlerine… Yeniden parkın girişine geliyorlar, genç Ermeni iki beyaz karanfil, onlar birer kırmızı gül alıyor. Birden konuşmaları kesiliyor. Anıta kadar yan yana sessizce yürüyorlar…
Tsitsernakaberd Memorial Complex’in, yani Soykırım Anıtı’nın önündeler. Anıt, Ermeni soykırımında ölenlerin anısına adanan 44 metre uzunluğunda 12 stelden oluşuyor. Yerden yükselen büyük bir daire oluşturan steller gökyüzüne uzanırken dairenin çapı küçülüyor. On iki yekpare taş, Ermenilerin sürüldüğü 12 ili temsil ediyor.
Ürkek adımlarla anıtın içine giriyorlar. Ermenice’de adı “küçük kırlangıçların hisarı" anlamına gelen anıtın ortasında, 1.5 metre derinliğinde, sönmeyen bir alev var. Alevin etrafında oluşturulan çemberin kenarına ellerindeki çiçekleri bırakıp geri çekiliyorlar. Üçü de öylece duruyor. İçerisi kalabalık… Bir grup öğrenci saygı duruşunda, yan yana dizilmişler tıpkı steller gibi, içlerinden biri duduk üflüyor. Nasıl ayrılacaklarını bilemiyorlar. Sonunda genç tercüman, adamın omzuna dokunuyor, ”Hadi, hava daha ağırlaşmadan gidelim”; adam da kadının omzuna “Hadi gidelim…”
Anıtın dışındalar, gelirken yan yana yürüyorlardı, şimdi ayrı ayrı, hiç konuşmadan… Önde, kökleri Yozgat’ta olan genç, ardında adam, onun arkasında kadın, aralarında metreler var… Öndeki genç birden çiçek tarhının kenarına oturuyor… Başı yere eğik… Gözlüklerini çıkarıp gözlerini siliyor.
Ardındaki kadın adımlarını hızlandırıyor, yanına gidip omzuna dokunmak, yan yana oturmak istiyor. El erimine kadar geliyor, ama yapamıyor. Arkasında durakalıyor. Genç tercümanın çalan telefonu kurtarıcı gibi…
Yeniden yan yana yürüyorlar Soykırım Müzesi’ne doğru…
Müze, fotoğraflar, videolar, gazete-dergi yazıları ile fermanlar ve mektuplardan oluşuyor.
“Büyük güçler ve Ermeni sorunun ortaya çıkışı 1878” başlık yazının ardından, Hamidiye Alayları tarafından 1894-1896 arasında Ermenilere reva görülen vahşetin fotoğrafları ile başlıyorlar müzeyi dolaşmaya, daha sonra 1909 Adana kıyımı ve 1915-1923 soykırımı… Ve o fotoğraf: Hrant Dink… Yerde yatıyor, üzerinde gazete kâğıdı…
Armin Wagner’in “Dünyadaki her ölümde, bütün çağlara ait bütün ölümlerde bir kere daha öldüler” sözü olup bitenlerin bir özeti olabilir miydi?
Müzeden çıkarken tercüman gencin, birden, “Talat Paşa’yı öldürmek ceza değil, onu hayatta bırakmak en büyük ceza olacaktı,” dediği duyuluyor, arkası gelmiyor.
Kent merkezi, akşama doğru…
Biraz soluklanmak için bir lokantaya gidiyorlar. Hayat devam ediyor! Lokantada boş masa neredeyse yok, tuvaletin yakınında bulunan iki masadan birine oturuyorlar. Mönüden seçim yaparken aralarında Türkçe konuşuyorlar. Siparişler veriliyor. Kadın elini yıkamak için masadan kalkıyor. Tuvalet dolu, bekliyor… Tuvalet kapısının yanında, altmışlı yaşlarında bir kadın elindeki paspasın sopasına dayanmış duruyor. Göz göze geliyorlar, yaşlı kadın soruyor: “Türk müsünüz?” Konuşmaları duymuş olmalı. Sorusunun yanıtını beklemeden yaşlı kadın devam ediyor: “Bizimkiler Adana’dan Tiflis’e, oradan da buraya… Benim Türkçe iyi değil.” Yaşlı kadının bakışlarındaki derinlikte tutunmak mümkün olabilir mi?
Müzeler günüymüş, hem ücretsiz hem de gece boyunca açık. Yemekten sonra genç tercüman Tarih Müzesi’ne gitmeyi öneriyor…
Tarih Müzesi…
Tüm Erivan orada sanki… Kalabalığı yara yara katlara çıkıyorlar, en üst kattan, yedinci kattan başlıyorlar… Kökleri Yozgat’ta olan genç rehberlik ediyor. “İşte, dünyanın en eski kitabı. Van’dan iki Ermeni kadın kitabı ikiye ayırarak taşımışlar. Hatta kadınlardan biri kitabı taşımak için çocuğunu bırakmış. Kitap burada birleştirilmiş…”
Giriş katında 100. Yıl anısına açılan resim sergisi… Resim tablolarının adlarından bazıları: “Şimdi Evde Olmak Vardı, 2015”, “Suçum Neydi Benim?”, “Yüz Yıl Sonra Bir Mesaj”.
Gün bitti! Genç tercümanla vedalaşıyorlar…
Sabah, Cascade merdivenlerinin başlangıcında yer alan Stüdyo Cafe…
Kafenin tek garsonu Nano, orta yaşlı, cevval bir kadın. Ev yemekleri, ev yapımı şaraplar ve bitki çayları, tatlılar… Hemen hemen her gün uğradıkları yer. Nano onları gördüğünde el sallıyor, öpücük gönderiyor. Boğaz ağrısı için onlara “karışık Ermeni bitki çayı” dediği çaydan hazırlıyor…
Bu kez, hem başladıkları yerde bitirmek hem de Nano’ya veda etmek için oradalar. Kadın, Nano’ya bugün Erivan’dan ayrılacaklarını söylemek istiyor, sonra vazgeçiyor. Kafede hep Türkçe konuşuyorlardı. Nano hiç sormadı, “nerelisiniz” demedi. Ayrılıyorlar…
Sabaha karşı, Zvartnots Havalimanı…
Uçak hareket ediyor İstanbul’a doğru, yolcular yarı uykulu… Bu kez bagaj kapmaca kavgası yok. Eller boş!
Ankara, bir çiçekçinin önü…
Kadın, küçük saksılarda, beş yapraklı, maviden mora dönen çiçeği görür görmez duruyor. Erivan’da hemen hemen her vitrinde, her kapıda, her pencerede çıkartması vardı. Adı “unutma beni”. Ermenice “anmoruk”… Beş kıtayı temsil ediyor beş yaprağı: “Dünyanın neresinde olursan ol, hiçbir yerde beni unutma!”
Kadın, çiçekçiye soruyor: “Bunlar unutma beni çiçeği, değil mi?”
“Hayır, biz ona ‘mine çiçeği’ diyoruz” yanıtını veriyor çiçekçi, kayıtsız, uzak… (PM/GK/AS)