"96’da olanları anlamak için, 95’e dönmek gerekiyor. O dönem Milli Güvenlik Kurulu, ‘hapishanelerin eğitim yerine döndüğünü’ söyleyerek buna dair kararlar almıştı. Sonrasında bir saldırı hep bekleniyordu, mahpuslar da hak savunucuları da endişeliydi.”
Ümraniye Cezaevi’ne 4 Ocak 1996 sabahı giren askerler mahpusları, sopalarla, dipçiklerle ağır şekilde dövdü.
Abdülmecid Seçkin, Orhan Özen, Rıza Boybaş ve Gültekin Beyhan kaldırıldıkları hastanede hayatını kaybetti.
12 Ocak 1996 tarihli İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü otopsi raporlarında ölüm nedeni, “kafatası travmasına bağlı lezyonların neden olduğu beyin kanaması” yazıyordu.
Saldırıda 45 mahpus da yaralandı.
Askerlerin hiçbiri yargı önüne çıkmadı.
Keskin: MGK’nın kararıyla yapıldı
İnsan Hakları Derneği’nden (İHD) Avukat Eren Keskin, Milli Güvenlik Kurulu’ndan hapishanelerin hücre tipine çevrilmesi kararının alındığını, 1995-2000 arasındaki tüm operasyonların bu amaca hizmet ettiğini söyledi.
“İnsan hakları savunucuları o dönemde aklımız cezaevlerindeydi. Hem hazırlıklıydık hem endişeliydik. Ailelerin beklentileri fazlaydı ama yapabileceklerimiz sınırlıydı.”
Avukat Keskin bianet’e yaptığı açıklamada, “1995’te kendim de cezaevindeydim, cezaevindekilerin kendi içindeki rahatsızlıkları gözlemlemiştim” diyor.
AĞAR, HAPİSHANEDE '96 ÖLÜM ORUCUNU HATIRLAR MI?
“Daha önce de Buca Cezaevinde saldırı olmuştu. Ümraniye’de de baskılar başlamıştı, mahpusların idarenin uygulamalarına karşı çıkışları olmuştu.
O dönem İHD, insan hakları örgütleri yetkililer ve mahpuslarla görüştü, uzlaşma sağlandığını düşünüyorduk ki, 4 Ocak’taki saldırı gerçekleşti. Sivil toplum örgütleri de kendilerini kandırılmış hissetti.
Sonrasında otopsilerde bulunduk, aileler morglarda çocuklarını aradılar. İnsan hakları savunucuları için hiçbir zaman iyi bir dönem olmadı ama o dönem de çok acılı bir dönemdi.
Devlet dört mahpusu öldürerek MGK kararlarını yerine getirmiş oldu. Ardından Metin Göktepe de mahpusların cenazelerinde gözaltına alındı, öldürüldü.
Sonra da cezaevleri durulmadı, MGK kararlarını, hücre sistemini hayata geçirmek isteyen yetkililer sürekli operasyonlar yaptılar. 19 Aralık 2000’ndeki sürece de böyle gidildi…”
Ümraniye'de ne oldu? |
Hükümet nasıl açıkladı?Dört kişinin ölümü, 45 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan operasyonla ilgili dönemin Üsküdar Savcısı güvenlik güçleri hakkında kasten öldürme, darp ve yaralanmaya sebebiyet vermekten, tutuklular hakkında ise cezaevi yönetimine karşı isyana kalkışma suçundan soruşturma açtı. 1 Mart 1996’da güvenlik görevlileri hakkındaki tüm suçlamalardan takipsizlik kararı verildi. Kadıköy Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan itiraz da reddedildi, karar kesinleşti. Bunun üzerine ölen mahpusların yakınları ve yaralananlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu. Hükümet AİHM’e verdiği savunmada, mahpusları sorumlu tuttu: “Tutuklular 4 Ocak 1996 tarihinde, düzenli olarak yapılan sayım işlemine mukavemet etti. Ümraniye Cezaevi Yönetimi, Jandarmaların yardımıyla genel arama yapılması yoluna gitti. Jandarmalar koridorlarda gerekli önlemleri aldığı esnada B-1, C-1 ve koğuşunda bulunan mahkumlar kapıları tutarak demir çubuklar, cam ve beton parçalarıyla saldırmaya başladılar. Jandarmalar, yatak ve çekmecelerle kurulan barikatı aşmaya çalıştı. Bu kargaşa sırasında C-1 koğuşunun mahkumları bir jandarmayı rehin aldı. Jandarma Bölük Komutanı C-9 koğuşundan sorumlu birliği takviye olarak C-1 koğuşuna gönderdi. Barikat yıkılarak, rehin alınan jandarma kurtarıldı ve isyancılar kontrol altına alındı.” Gerçekte ne oldu?Oysa o dönem hapishanede tutuklu bulunan Akın Olgun, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Bir sabah arama bahanesiyle koğuşların içine beysbol sopalarıyla, kask ve kalkanlarla giren askerler öfkeli, gergin ve birazdan kopacak fırtınadan haberdar olmalarından dolayı hazırlıklıydılar. …Ne olduğunu anlamadığımız bir anda çıkan bir kıvılcım, yüzlerce askerin üstümüze çullanmasıyla katliam fişeklenmişti. Beysbol sopaları bedenlerimize inerken kırılan kemik sesleri, tüm seslerden farklı olarak kulaklarımıza ulaşıyordu. …Koğuşun tuvaletine önceden gözüne kestirdikleri mahkûmları çeken askerler, dört arkadaşımızın kafatasını sopalarla parçalayarak işlerini tamamlamışlardı. Koğuşun içinde kalanlar ise üst üste istiflenmiş bedenlerini artık hissetmiyorlardı. Ve henüz operasyon bitmemişti. Bu bedenleri ana koridorda karşılıklı sıraya girmiş ve sıranın kendisine gelmesini bekleyen diğer askerler bekliyordu. Koğuştan sürüklenerek çıkartılan tutuklu ve hükümlüler, ara koridorda bekleyen askerlerin önüne atılıyor ve yeniden sopalar havada uçuşuyordu. İçeride bedenleri uyuşan ve artık hiçbir şey hissetmeyen biz tutsaklar için koridordaki fasıl son bir rötuştan başka bir şey değildi…” AİHM 10 yıl sonra karar verdi, ancak yaşam hakkının ihlal edildiğine hükmetmedi. AİHM sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin işkence ve kötü muameleyi düzenleyen 3. maddesinin usul yönünden ihlal edildiğine karar verdi. |
(AS)