Burhan Sönmez, Türkçe olarak yazdığı ve 48 dile çevrilmiş beş romanının ardından, son romanı Franz K. Aşıkları’nı anadili Kurmancî Kürtçesi ile yazdı.
Bu eser, 2024 yılında Kürtçe, Türkçe ve İngilizce olmak üzere üç dilde yayımlandı. Kitap çok hızlı okunabilen ve her edebiyat türünü içine alan bir kitap. Sönmez, 2021 yılında, dünyanın en iyi edebiyatçılarının yönetiminde olduğu Uluslararası PEN Kulübü’nün Başkanı seçildi. Bu yüce görevinin üstüne, şu sıralar hem yeni bir kitap üzerinde çalışıyor hem de Cambridge Üniversitesi’nde akademik çalışmalarına devam ediyor. Aslında amacım Burhan Sönmez’in ilgi uyandıran, çok yönlü ve çağrıştırıcı kitaplarını konuşmaktı; ancak sohbet, tamamen dünyanın en eski insan hakları organizasyonu olan Uluslararası PEN kuruluşuna kayıyor.
Uluslararası PEN başkanısınız. Çok önemli bir sorumluluk ve bizler için gurur kaynağı. Bu göreve nasıl geldiniz?
Dört yıl önce, 2021'de başkan seçildim. Ondan önce de aktif çalışıyordum. Zaten başkanlık süresi altı yıl. İki yılım daha var. Seçimle başkanlığa seçiliyoruz. Rakipler çıkıyor, yarışıyorlar. Nobelli yazarlar mektup gönderiyor. Yazarların önünde çıkıp, sorulara cevap vermek zorundayız. Üç aylık kampanyamız var. Rapor sunuyoruz. Bayağı büyük, ciddi bir iş. Yazarların Birleşmiş Milletleriyiz. Onun formu üzerinden bir yapı kurmuşlar. Birleşmiş Milletler kurulduğunda bizden tavsiye alıyorlar, onlardan 24 yaş daha büyüğüz. Dünyanın en eski uluslararası insan hakları örgütüyüz.
İşleyiş
Birleşmiş Milletler’den daha mı eski? O halde PEN International nasıl başladı?
Aslında dünyanın bugünkü haline çok benzer bir durum vardı. Birinci Dünya Savaşı yaşandığında Avrupa'da tahmin edeceğimiz ve hatırlayacağımız gibi, uluslar yine birbirini öldürüyor, yeni sınırlar çiziliyor, yeni bir harita ortaya çıkıyor. Tabii ki, kanla çizilmiş bir harita. 1921 bir yılında, savaştan hemen sonra, Londra'da bir grup yazar toplanıyor ve diyor ki: Siyaset ve savaş halkları insanları birbirinden ayırıyor, duvarlar, sınırlar çiziyor. Oysa bizim bu insanları bu halkları birleştirebilecek bir imkân bulmamız lazım. Bunun da en iyi yolu edebiyattır, sanattır, kültürdür.
Bunun üzerine oturup bir birlik oluşturuyorlar. Londra'da o dönemin en ünlü yazarları toplanıyor. Kurucumuz, çağrıyı yapan bir kadın. Bu çok güzel ve bence bir sembol. Bizi bir kadın doğuruyor. Kulüp, 1921 yılında Londra'da, Catherine Amy Dawson Scott tarafından kuruldu. O da çok ünlü bir şair. Hatta Scott diye bilinmiyor da Sappho diye takviye isim kullanıyor. Efsane kadın! İlk başkan Nobel ödüllü romancı John Galsworthy’a diyor ki “John, sen başımıza geç, bu işi yürüt.” İşte yaklaşık 10 yıl sonra da ikinci başkanımız, bilim kurgu yazarı H. G. Wells var. O da bambaşka bir siyaset getiriyor. Kurulduktan bir yıl sonra kulüp birdenbire uluslararası oluyor ve kısa sürede 30 ülkeye ulaşıyor. O gün bugündür de mücadeleyi sürdürüyoruz.

Başta kurulurken “edebiyatçılar birliği, sanat kardeşliği” metaforu işleniyor; ama 1930’lardan itibaren bu rotamız değişiyor. Sanat kardeşliği ifadesi yetmez, sanatçıların özgürlüğü için mücadele edeceğiz, diye. Bu çok önemli bir sorundu tabii. O dönem bu tür kararlar kolay alınmıyor. Örgüt bölünüyor, kimileri protesto ediyor vs. Ama sonuçta 1931 ve 1933’te iki büyük tartışmadan sonra, o zamanlar atılan adım ve çizilen yönerge kalıcı oldu ve bugüne kadar sürdü. Onu her üç-beş yılda bir geliştirip yeni şeyler ekleyerek örgütü genişletip büyütüyoruz. Tabii ki, kuruluştaki örgüt yapısıyla şimdiki çok farklı. Kuruluş döneminde daha çok ünlü yazarların bir arada olduğu bir kulüp görünümündeydi. Bugün ise 130 ülke merkezi olan, 40 bin yazarın üye olduğu ve esas olarak da bir “hak arama ve mücadele” örgütü haline gelmiş durumdayız. O yüzden bu 40 bin kişinin içindeki yazarların önemli bir kısmı uluslararası alanda bilinmiyor olabilir. Örgütü sadece 100 kişiyle kursaydık hepsi ünlü olabilirdi; ama bu yapı değiştiği için, şimdi bizim tabloya baktığınızda, orada başkan ve başkan yardımcıları var.
Başkan yardımcıları genelde Nobelli yazarlar. Margaret Atwood, Svetlana Alexievich, Coetze ve Orhan Pamuk başkan yardımcılarımız arasında. Çok farklı bir çalışma ağı oluşturduk. Özellikle son 20-25 yılda örgüt yeni bir yapı kurdu. Yeni çağa, yeni çağın beklediklerine uygun bir yapı. Bu bir açıdan şöyle kötü bir işaret; yazarların sorunları 100 yıl öncesine göre çok daha fazla. Eskiden kurulan o yapıyla bugünkü sorunlara karşılık vermek mümkün olamazdı zaten. O yüzden bizimkiler değişerek bugüne ulaşabildi. Zaten bence nedenlerden biri de bu ki, PEN International o dönemde kurulan pek çok örgüt içinde ayakta kalabilen, yaşayabilen tek örgüt olabildi. Yüzyılın başında İngiltere'de, Fransa'da pek çok örgüt kurulmuş; ama hiçbiri sürdürememiş kendini. PEN’in bence hem tartışmaya hem de değişime açık kendi içindeki bu dinamik yapısı onu bugüne kadar taşıdı ki, ben bugün çok önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum.
Dayanışma ve ağlar
Dört senedir PEN’in başındasınız. Çalıştığınız süre boyunca nasıl gelişmeler oldu? Nasıl başarılar elde ettiniz?
Ben dört yıldır başkanım ama ondan önce de beş yıl boyunca yönetim kurulu üyesiydim. Dokuz yıldır aktif olarak uluslararası merkezde çalışıyorum. Çok şeyi anlatabilirim, sadece birkaç örnek versem olur mu?
Tabii ki.
İçerideki, örgütsel yapımızdaki değişiklikleri anlatmayacağım. Daha çok dışarıya dönük değişikliklerden bahsedeceğim. Mesela, bir sabah uyandığımızda Amerika dedi ki, ordumuzu Afganistan'dan çektik. Afganistan'da bir PEN merkezi vardı. Çok iyi çalışıyorduk. Şimdi düşünün orada yazarlar var, yazarların aileleri var. Bir kalkıyorlar Amerika çekilmiş; ama kendi hükümetleri de çökmüş. Taliban geliyor diye korkmuşlar. Her şey, bütün savunma mekanizmaları gitmiş. Bu yazarlara ne olacak, kim sahip çıkacak? Birleşmiş Milletler mi? Avrupa Birliği mi? Hiç kimse. Kaçabilecekleri bir tren, bir otobüs, bir uçak da yok. Hiçbir şey yok. Mesela biz bunun üzerine bir kriz masası oluşturduk ve kısa süre içinde 100’den fazla yazarı Afganistan'dan çıkardık. 100 yıllık tarihimizin en büyük kurtarma operasyonunu gerçekleştirdik. Ama tabii ki bu tür şeyleri kalkıp medyada duyuracak şekilde bir çalışmaya girmek yerine kendi işine yoğunlaşan, kendi işini hakkıyla yapan bir çalışma ahlâkıyla yapıyoruz biz.
Peki bunları medyada sunmak işinizi kolaylaştırır mı, zorlaştırır mı?
Yerine göre. Mesela bu işi uzun süre medyaya vermedik, veremezdik. 100 kişiyi oradan nasıl çıkaracaksınız ki? Uçağınız yok, treniniz yok, otobüsünüz yok. Her şeyi anlatamam ama, oturduk, bazı ülkelerin devlet başkanları, diplomatlar, askeri liderler dahil pek çok kişiyle görüştük. Çünkü sonuçta istediğimiz şey şu; ben bir yazar olarak kendim için bir şey istemiyorum. Kendim için bir şey istesem belki derim ki gerek yok ya da yapmayayım. Ama gizli bir evde bir sığınakta saklanan, ekmeği ve suyu olmayan insanlar vardı o dönem. Onlar orada hayatta kalabilsin diye bir destek ağı kurmaya çalıştık, çünkü çıksınlar dediğiniz anda çıkamıyorlar ki. Bu aylar süren bir çalışmaydı.
Bir örnek de Wikileaks’in kurucusu Julian Assange. Yıllarca hapisteydi. Amerika'ya gönderilecekti. Sonuçta serbest bırakıldı ve evine döndü. Bunlar kendiliğinden mi oldu? Devletler insafa mı geldi? Hayır, PEN Kız Kardeşlerimiz dediğimiz diğer örgütlerin ortak çalışmasıyla oluşturduğu kamuoyu sayesinde özgürlüğüne kavuştu. Türkiye'den de pek çok gazeteci ve yazar ismi verebilirim; ama burada vermek istemiyorum. Onlar da bu tür kampanyalar sayesinde özgür kalabildiler. Bu, şu anlama gelmiyor: Biz yüzde 100 başarılı oluyoruz. Tabii ki hükümetler pek çok ismi tutsak olarak tutuyorlar. Örneğin Türkiye'den Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş bu isimlerden. İran'dan Nergis Muhammed, Belarus'tan Ales Bialiatski. Nobel Barış Ödülü aldığı hali hapiste ve bizim üyemizdir. Ya da üç yıl önce Myanmar'da askeri yönetim tarafından idam edilen şair Khet Thi. Biz bu tür isimler için çalışıyoruz.
Hayatta şunu yapmamız lazım, ben ona inanırım. Küçük ağlar kurmamız gerekiyor. Küçük ağımız nedir? Ben yazarım. Öyleyse ben bir başka yazara ulaşabilirim. Bu kadar. Siz bir gazeteciyseniz bir gazeteciye ulaşın, ne güzel olur. Bir öğretmen, bir öğretmene ulaşsın ve sonra bu ağlar arasında eğer bağlar kurabiliyorsak bunu daha da büyütebiliriz. Böylece bu küçük dayanışma ağlarıyla kendimize özgürlük alanlar yaratabiliriz. Ben PEN International'ın bu açıdan tarihi bir işlevi yerine getirdiğini hem görüyor hem içinde olduğum için biliyorum. Benzer çok örgüt var. Amnesty International ve Helsinki örgütü bunlardan bazıları. Keşke bugün bunları (örgütleri) çoğaltabilsek. Çoğaltabilsek de her yerde olsalar; ama gücümüz bu kadar. Yapabildiğimiz kadarını yapıyoruz.
Başarılar
Şu genelde hep sorulur, zordur cevap vermek. Başarı oranı nedir, diye. Ben şöyle düşünüyorum, başarı oranımız yüzde 70 ve biraz üzeri, bence. Ama genelde kamuoyu, başaramayan yüzde 20-30'u görür, çünkü onlar hâlâ süren davalar. Ama sonuç çıkanları zaten biz çıkardık. 100'den fazla ülkede merkezlerimiz var. Hepsinde aynı anda bu tür çalışmalar yürütüyoruz. Bir günde diyelim ki bir Uganda'da, bir Bangladeş'te, bir Peru'da pek çok davayı aynı anda izliyoruz. İşlemler yapıyoruz. Hepsinin ihtiyacına göre farklı bir şey geliştiriyoruz. Kimine sadece bir basın açıklaması gerekiyordur, kiminin de kapısına gidip protesto etmek. Kimisi kirasını ödeyemiyordur.
Özel bir forumuz var ve o fondan destek çıkabiliyoruz. Çok acil durumlarda olanlar için. Kimisi de ülkeden çıkıp daha güvenli bir yere gitmek zorunda. Çünkü hayatı tehlikededir. Herkesin ihtiyacına göre, ne gerekiyorsa ve imkânlarımız ne kadar el veriyorsa elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Ama şöyle bir sorun da var. Diyelim ki biz yılda ortalama 200-300 yazara böyle yardım edebiliyoruz. Ama aslında bana sorsanız gerçek talep 2000-3000 civarında. Aslında çok büyük bir potansiyele sahibiz. Binlerce üyemiz, yüzlerce aktif çalışan kadromuz ve ekip arkadaşımız var. Pek çok kaynaktan aldığımız bağışlar ve katkılar, özellikle de üyelik aidatlarıyla çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Ancak elimizdeki kaynaklar bunun on katı olsa, on katı iş üretebiliriz ve buna gerçekten ihtiyaç var.
"Edebiyat dille yapılır"
En son romanınızı Franz K. Aşıkları’nı anadili Kurmancî Kürtçesi kullanarak yazdınız. İlginçtir ki siz de Franz Kafka gibi, farklı dil ve kimliklerin kesişim noktasında duran bir yazarsınız. O, Praglı bir Yahudi olarak Almanca yazıyordu; siz ise Türkiyeli bir Kürt olarak Türkçe yazdınız. İngilizceden önemli bir çeviriniz var. Bu çok katmanlı dil geçmişi, yazılarınıza nasıl yansıyor? İngilizce dilini ya da kültürünü de kimliğinizin bir parçası olarak görüyor musunuz? Bu çok katmanlılık edebi üretiminize nasıl aksıyor?
Edebiyat dille yapılır. Edebiyatın kendisi bir dildir zaten. Dostoyevski'nin Rusça yazmasının bir önemi yok. O roman yazar ve edebiyat diliyle yazar. Başka bir dile çevirdiğinde de aynı niteliği taşır o. İyi çeviri de olsa, kötü çeviri de olsa fark etmez. Bunun dışında bir diğer katman ise yazarın kendi hissettiği dille yazması dediğimiz şey. Bu genelde anadilidir. Bazı yazarlar anadilini tercih etmez, başka bir dile geçebilir. Bir diğer nokta ise –bence Kürtler için esas nokta bu; yasaklı olan dille uğraşmaktır. Bizim böyle bir hakkımız yoktu. Örneğin bir Türk, Arap ya da Fransız yazar olarak İngilizce yazmak isteyebilirsin. Bu durumda kendi dilinde yazma hakkına da sahipsindir ama sen başka bir dili seçmeyi tercih edersin.
Örneğin Milan Kundera uzun yıllar Çekçe yazdı, ancak Fransa’ya gittikten sonra artık Fransızca yazacağını söyledi. Ya da Samuel Beckett, İrlandalı olmasına rağmen eserlerinin büyük bir kısmını Fransızca kaleme aldı. Bu yazarlar dillerini tercih edebilecek bir özgürlük alanına sahipti. Bizim için öyle bir alan hiçbir zaman olmadı. Yasaklı bir dille yaşamak başka bir şey. Türkçe elbette güzel bir dil, ama Kürtçe de öyleydi. Ancak bize bu dili yaşama hakkı verilmedi, tam tersine biz ondan korkutulduk. Kürtçe çocukluğumuzdan beri kirli, kötü, ilkel ve geri bir imge olarak kullanıldı üzerimizde. İlkokulda öğretmenimiz öyle davranırdı, diğer çocuklar bizimle dalga geçerdi. Şimdi böyle olunca, benim konumdaki bir yazar için dil üzerine konuşmak başka bir ülkedeki yazarla aynı konumda olamıyor.
Diğer sorunuza geleyim. Kaç dilde hissediyorsunuz kendinizi? Tabii ki okuduğunuz, yazdığınız, düşündüğünüz dillerin hepsinde hissedersiniz. Ben şu anda üç dil kullanıyorum. Şimdi sizinle konuşurken Türkçe konuşuyorum; ama ben Kürtçe ile büyüdüm. Sizden biraz önce, son gelişmelerle ilgili Kürtçe bir yayın izliyordum. O yayını izlerken başka bir yörenin aksanını kullandığı için oradaki bilmediğim kelimeleri anlamaya çalışıyordum. Böyle zevkle. Şu anda Cambridge'de yaşıyorum. Günüme İngilizce ile başlayacağım. İki büyük toplantım var ve birçok rapor var okuyup not almam gereken, hepsi İngilizce. Böyle olunca bütün bu diller şu anki hayatımın içinde belirleyen oluyor. Ama yine de Kürtçeyi, diğerlerinden ayırmak zorunda hissediyorum kendimi. Anadilim olduğu ya da ben o dille büyüdüğüm için değil; Kürtçe hâlâ benim için de korkuyla yaşayan bir şey. Saklanan bir şey, sevdiğiniz bir şey. Tam özgürlük olmadan, yaranız iyileşmeden o dili diğer dillerle eş biçimde değerlendiremezsiniz. Maalesef böyle bir imkân olmuyor hayatta. Sonuç olarak da biz, şu an içinde bulunduğumuz ve tüm kuşağımızı perişan eden o yaralı süreçlerden geçiyoruz. Umarım bizden sonraki kuşaklar böyle dertlerle uğraşmaz.
İrlanda ve Galler ülkesi, ABD ve Kanada’nın bazı yerli halkları da dillerini yeniden diriltmek veya canlandırmak için ciddi çabalar ve bütçeler harcıyor. Kimlikler, dil ile yeniden inşa edilmek isteniyor. Bu durum Kürtler için de benzer. Türkiye'de buna benzer dil ve kimlik çalışmaları sizce nasıl ilerliyor?
Ben tek cevabın Kürtçenin eğitim dili olmasından geçtiğini düşünüyorum. Benim çocuğum okula giderken neden anadilinde eğitim alamasın? Şimdi İngiltere'de yaşıyorum. Çocuk isterse İngilizce öğrenir isterse gider Gallerce okur. Yanımda İngilizcesini zaten öğreniyor. Burada herkes istediği dilde eğitim alabiliyor. Peki, o zaman Türkiye'de yaşayan 20 milyon Kürt neden bu haktan mahrum bırakılsın? Sözde bir hak tanımışlar: Seçmeli Kürtçe dersi. Bilmiyorum, hiç izlediniz mi? Türkiye’de böyle bir ders varmış güya. Haftada bir ya da iki saat; ne kadar olacaksa artık. Diyelim ki o yıl 100 bin öğrenci bu dersi seçmek istiyor; ama o kadar öğretmen yok. Zaten bu ders teşvik edilen bir şey değil, tam tersine korkulan, önü kesilen bir şey. Kürtçe bir "seçmeli ders" olamaz. O benim anadilim ve ben o dilde eğitim görmek istiyorum. Bu konu çözülmeden bence Kürt meselesi çözülemez. En temel sorunun bu olduğunu düşünüyorum.
Burhan Sönmez’e sonsuz teşekkürler. Son kitabi Franz K. Âşıkları, 2024’te İletişim Yayınları'ndan çıktı. Kitap üç dilde yayımlandı. Kürtçe Kurmancî adı: Evîndarên Franz K.
(NS/TY)