Bu, "iç hesaplaşma" dıştan bakıldığında cesur bir üslupla yapılıyor ve daha uzun bir süre devam edeceğe benziyor. Çünkü bir yönüyle de AB'ye hazırlık sürecimizin sağlıklı geçmesi için tüm medyayı silkinmeye çağırıyor. Sabah'ın Etibank faciasıyla noktalanan "günah galerisini" suç ortaklarından birinin ağzından dinlemek heyecan verici. Ben bu söyleşiyi bir samimiyet testi olarak düşündüm. Şüphelenme, inanmama hakkımdan vazgeçmedim; ama Babahan'ın içinde bulunduğu zorlukları da göz ardı etmedim. Onun itiraf ve taahhütlerinin sağlamasını Dinç Bilgin ile yapacaktım.
Bilgin'in bizzat kendisinden söyleşi randevusu da aldım. Ancak Bilgin'in sözleriyle okurlarımı buluşturma hayalimi BDDK'nın pazartesi günkü açıklaması suya düşürdü. BDDK, Dinç Bilgin'in Sabah Grubu'nun yayın haklarının 5 yıllığına Turgay Ciner'e devretmesini alacaklılardan mal kaçırmak için yapılan bir işlem olarak değerlendirdi. Babahan'ın, patronuyla görüşmemin "şimdilik" kaydıyla ertelendiği sözlerine inanmak istiyorum. BDDK'nın açıklamasına Babahan'ın vereceği bir yanıt yok. Bilgin ile ve tabii ki Ciner ile bir an önce bir araya gelmek için sabırsızlanıyorum.
Sabah'tan niye ayrılmıştın?
28 Şubat süreci, Sabah'ta gerçek kırılma noktalarından biriydi. O döneme kadar biz eğlenerek çalışan, kendi içinde uyumlu bir gazeteydik. 28 Şubat, gazete içindeki uyumu kırdı. Gazeteye dışarıdan çok fazla müdahaleler vardı ve gazete onlara direnmedi. O ortamda, Refahyol'un gitmesi gerektiğini düşünenlerle, böyle bir müdahalenin yanlış olduğunu düşünenler arasında kamplaşmalar oldu. O, gazetenin lezzetini zaten kaçırmıştı.
O tarihte yazı işleri müdürüydün...
Görevim, gazeteye ne gireceğinden çok, ne girmeyeceğini belirleme haline gelmişti. Bir çeşit, filtre görevi yapıyordum. Özellikle, köşe yazılarında. O dönem ben yönetim kampındaydım tabii.
Mecburen mi, kalben de mi?
Yüzde yüz doğruluğuna inanarak yapıyordum. Ama insanın bulunduğu pozisyonu kaybetmeme kaygısı da olabilir. Ben askerden de yanaydım. Yani, ürkütüyordu o günkü iktidar beni.
Askerler de bir şeyler istiyordu tabii.
Askerler benden doğrudan hiçbir talepte bulunmadılar. Ama mesela ben gece eve gider, yatardım, aklıma gelirdi; ulan şu falanca yazarı okumadım. Gece uykudan uyanırdım, arardım, okuturdum. Şurası sakıncalı işte, rahatsız olunabilecek şeyler olur diye, onları ayıklatırdım. Yani o insanı çok yıpratan, yoran bir süreç. O gerdi. Böyle ne haber olsun değil de, ne olmasın üzerine düşünmeye başlayınca, zaten insanın gazetecilik refleksleri de zayıflıyor. Mesleki anlamda deforme oluyorsun. Zaten Türk toplumunun kendisi sansürcü. Biz gazeteciler, okurumuzdan dolayı da çok özgür değilizdir. Türkiye'de her haberi rahatlıkla yapamazsınız.
Sonra ayrıldın...
Onuncu yılımı doldurmuştum Sabah'ta. Ve başarısız olmaya başlamıştım. İşe isteyerek gelmiyordum, haber toplantılarımızda gergin oluyordum. O yüzden bir görev değişikliği oldu. Ayrıldım, Ufuk Güldemir geldi. Zafer Bey de fiilen bir çeşit icra kurulu başkanı oldu.
YANLIŞLIKLARA DİRENMEDİM
Ama o dönemde yanlışlıklara hiç direnmedin.
Direnmedim. Hep yönetimden yana oldum.
Suça ortak oldun bir manada?
Tabii. Tabii. Onları yazdım zaten. Sonra Yeni Binyıl dönemi geldi. Etibank krizinden sonra, Dinç Bey önce ayrıldı, Karamehmet geldi, sonra Aydın Doğan'la anlaşıp geri döndü Dinç Bey. Mali olarak yeni bir yükü taşıyamayacağı noktasındaydı. Aydın Doğan'ın Sabah Almanya ile birlikte kapatılmasını istediği gazetelerden biriydi Yeni Binyıl. Oradaki kadronun önemli bir bölümü Sabah'a döndü. Ben işsizliği seçtim.
Bir buçuk yıl kadar işsiz kaldın galiba.
Evet, o arada Bilgi Üniversitesi'nde gazetecilik dersi verdim. Aynı anda, 'insan hakları hukuku' üstüne mastıra başladım. Direnmememde kavgayı seven biri olmamamın da payı var. Üniversite ortamında direnmenin, farklı olmanın önemini hatırladım. Şimdi, aynı dönemlerden bir daha geçmeyiz; ama geçilirse aynı hataları yapmam diye düşünüyorum. Sabah'tan ayrılınca bir Akşam Grubu deneyimim oldu.
Akşam'dan niye ayrıldın?
Doku uyuşmazlığı oldu. Çukurova Grubu gazeteciliğe bu kadar önem vermiyordu o zaman. Orada kaldıkça patinaj yapacağımı gördüm.
Ekim ayından bu tarafa, Sabah'ta çok cesur yazılar yazdın. Ben, bu kokuşmuşluğu anlamakta niye geç kaldın diye soracağım önce.
Sanki işin doğal akışıymış gibi algıladım belki de. Yani, böyle dışarıdan gözlem şansım olmadı. Fazla Sabah'çıydım, bana söylenenlere fazla inandım. İşte, bizim grup hata yapmaz, karşı grup kötü, biz namusluyuz, bizim yanlışımız yok havasındaydım. Kurcalamıyordum, sorgulamıyordum. Söylenenler dedikodu diye düşünüyordum.
Şimdi sen reddi miras yaptın; ama karşı kamptakiler seni samimi bulmuyor. Fatih Altaylı senin için "Türkiye yeni komedi yazarını buldu." dedi. Dinç Bey hakkındaki elli beş yıl hapis cezasının nedenini sordu. Mehmet Yılmaz "Boğazına kadar pisliğe batmış olanların temizlikten söz etme hakları yok." dedi. Bunlara ne diyorsun?
Ben de bunları ciddi ve samimi bulmuyorum. O grup, Sabah'ı yok etmek, denetimi altında tutmak niyetini çok açık belli etti. Ben tarafsız gözlemcilerin yazdığı yazıları daha çok beğeniyorum. İşte Zaman'da, Yeni Şafak'ta çıkan değerlendirmeler. Çünkü onlar bir taraf değil. Hürriyet, Milliyet yazarlarına şöyle bak. Aydın Doğan, Dinç Bey'le ortaklık kurduğu zaman, bu yazılar kesiliyor. O ortaklık bozulduğu ya da Dinç Bey başka bir yol çizdiği zaman, tekrar başlıyor. Halbuki, diğer taraftaki yazılar, küfüre gitmeden, belirli bir seviyeyi koruduğu için, ben yazılarıma yönelik o değerlendirmelere daha hassas davranıyorum. Yoksa ben oturup, Ertuğrul Özkök'ün yazısını tartışmak isterdim. Türkiye'ye entelektüeller gerekli mi, değil mi diye. Ama, şu anda ben o grupla böyle bir tartışma içine girilebilecek zeminin olduğuna inanmıyorum.
Yani "sahibinin sesi" mi oluyor hemen insanlar? Eğer öyleyse sen de "sahibinin sesisin". Okurlar şimdi, al birini, vur ötekine diyecek.
Hayır, şöyle bakmak lazım. Burada yapmaya çalıştığım şeylerden biri de, haberlerde insanlar hakkında sıfat kullanmamaya çalışmak. Hortumcu, batakçı vb. Bu tabii birden olmuyor. Ben de 15 yıldır bu gelenekten geliyorum. Sürekli kendimizi denetlememiz gerekiyor.
Yani Hürriyet, Milliyet grubu Dinç Bey'le ilgili haber yapmamalı mı?
Bunu demiyorum. Eleştiri de yazmamalı demiyorum. Ama onun tutarlı bir çizgide ilerlemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani bu Aydın Doğan'ın ruh haline ya da iş ilişkisine bağlantılı olarak gittiği zaman, o sağlıksız. Hürriyet Gazetesi'nin genel yayın yönetmeni, elinde dosya ile Sabah'ı almak için BDDK'ya gittiği an, orada fikir tartışması bitiyor, başka bir rekabet boyutuna giriyor.
GÜNAH ÇIKARTIYORUZ
E canım sen de Dinç Bey'in ya da Turgay Bey'in, ruh haline göre bu pozisyona girmedin mi, şimdi görece olarak daha rahat olduğun için bunları anlatmıyor musun?
Şöyle; ben göreve başladığımda bir adet çökmüş ruh hali vardı binada. İşte Sabah battı, yeni bir grup çıkıyor, herkes oraya gidiyor. Buradan bir şey olmaz duygusu vardı. Yani, ben yükselen bir Sabah'ın üstüne gelmedim. Daha rahattım ve kendimle iç hesaplaşmamı yapmıştım. Hayatta benim en büyük beklentim Sabah'ın başı olmaktı. Ve ben bu işi tek başıma yapabildiğimi gördüm.
Dinç Bey'in ruh halinin, yani arınma ihtiyacının bu yazıp söylediklerinde rolü yok mu?
Bu sadece Dinç Bey'in ruh hali değil. Türkiye'nin atmosferi de bu. Biz ne dedik, seçimlerden sonra, "Anadolu ihtilali". Hıristiyanlıkta günah çıkarma var. Bizde de toplumun bir kez özellikle bizim gruba bu şansı vermesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii duvara toslamasaydık böyle olur muydu bilmiyorum. Hâlâ eski küstahlık, nobranlık, küçümseme, Türkiye'yi idare etme tavrımız sürebilirdi. Biz Türkiye'yi basın olarak idare edemeyeceğimizi görmüş bir grubuz. Ona soyunmuştuk, o çok hoşumuza gitti. İşte 28 Şubat sürecinde başbakan atama şeylerine kadar vardık. İki basın grubunun ittifakıyla. Ama biz bunun olmadığını gördük yani. Bu arınma ihtiyacımız ondan.
Yani burnunuz sürtüldü.
Sürtüldü. Beni tanıyor artık Dinç Bey. 18 yıl oldu yanında çalışıyorum. Beni Ankara'ya gönderip işte, şununla şu işimi hallet diyemeyeceğini biliyor. Ben gidip kimseyle Ankara'da, şu olur mu, bu olur mu yapamam. Gidip bir yerde bürokrat atayım, bakan atayım tarzım değil. Ben burada gazete yapmaktan keyif alıyorum. Arkadaşlarımla akşam gidip içki içmekten, sinemaya gitmekten zevk alıyorum. Türkiye'yi idare etme değil, ben gazetemi idare etme hevesinde olan bir adamım.
Yani seni Zafer Bey'le ayıran nokta bu mu?
Zafer Bey farklı bir karizma, farklı bir karakter. Onun tarzı ayrı.
İş takipçiliği sınıfına sokuyor musun Zafer Bey'i?
Zafer Bey'i çok severim. Onunla bir tartışmaya girmek istemiyorum. Zafer Bey bu gazetede, yükselmeye başladığı noktadan itibaren, sadece genel yayın yönetmeni değildi. Aynı zamanda, şirketin, Medya Holding'in, Etibank'ın da bir yöneticisiydi. Onun için, farklı bir konumu vardı.
Ertuğrul Özkök de öyle. Niye o zaman onu kınıyorsun da, Zafer'i açıkça söylemiyorsun?
Hayır, Ertuğrul'u Sabah'a karşı tavrından dolayı kınıyorum. Yani bunu çok kişisel yapıyor. Zafer Bey ya da Ertuğrul Bey'in hem şirket yöneticisi, hem gazete yayın yöneticisi olarak çalıştıkları gazetecilik dönemlerinin kapandığını söylüyorum ben. Sabah'ın büyümesi döneminde, işadamlığı kimliği ağır basardı Zafer Bey'in; ama gazetecilik kimliğinin yanında basardı, o yüzden belki Sabah duvara tosladı. Sabah'ın geçmişine yönelik olarak yaptığım her eleştiride, tabii Zafer Bey de var.
Senin patronun kim?
8 Ağustos'ta, Zafer Bey'ler Vatan'ı kurmak üzere ayrıldığında Dinç Bey çağırdı, bu görevi teklif etti bana. Daha sonra Turgay Bey de geldi. O günden beri de bana söylenilen çizgide gidiyor. Dinç Bey'in usta bir gazeteci olduğu; ama şirket yönetiminde o kadar başarılı olmadığı açığa çıktı. Yoksa büyük bir başarı öyküsüdür Sabah. Yani güzel idare edilseydi, müthiş bir şeydi. Buradaki iş bölümü, şirketi yönetme ve finansmanı Turgay Bey'de, editoryal kısmı Dinç Bey'de. Yani Dinç Bey yazı işlerine gelir, bizlerle şakalaşır, ne manşet yaptık bakar, a bu çok iyi olmuş der, eleştirilerini söyler. Yani iki eşit patronumuz var.
Eşit mi? Büyük patron Turgay Ciner, küçük patron o gibi görünüyor. Bu nasıl bir psikoloji acaba?
Turgay Bey, Dinç Bey'e çok değer veriyor. Gazeteciliğinin ne kadar iyi olduğunu biliyor. Aralarında bir çatışma, rekabet yok. Turgay Bey hiç gazeteye karışmıyor, okuyucuyla birlikte görüyor. Dinç Bey'de bu gazeteciliğin editoryal kısmına ait çok fikir var elbette. Batı'da olanları aktarıyor bize, bizim ne yapmamız, geleceğe yönelik nasıl insan yetiştirmemiz gerektiği... Yani, Dinç Bey gene tekrar, Sabah'ın ilk yıllarında yaptığı işi yapıyor.
Başına gelen bütün hadiseler aslında iyi mi oldu acaba?
Türkiye'de basının ne olması ve ne olmaması gerektiğini gösteren bir ibret dersi olması açısından, bir de basının kendi asli görevini yapması açısından iyi oldu diyebiliriz.
Olup bitenler onun kişiliğini nasıl etkiledi?
Dinç Bey, duygusal bir insandır. Duygusallığı sürüyor elbette. Daha az sinirleniyor.
Yani şimdi sen yazılarında dile getirdiğin, temiz, arınmış, ilkeli gazetecilik dönemini yaşayabilmek için, şu anki patronlarını bir engel olarak görmüyor musun?
Görmüyorum.
Peki bu kadar kolay değişebiliyor mu insan?
Öbür yolunun işlemediği açık. Bizim grup çöktü; ama diğer grup da hasarlı. Yani iki gemi aynı denizde, aynı şartlarda rekabet ediyor, biri batıyorsa, öbürü de ağır yaralar alıyor. İnşallah batmazlar. Öyle bir şeyi temenni etmiyorum. Sonuçta, dönüp dolaşıp çalışanların üstüne biniyor. İşsiz kalmak maddi-manevi açıdan, kötü. O yöntemle, Türkiye de battığı için, zaten gidip yapılabilecek bir şey yok. Türkiye artık ray değiştiriyor. Bir buçuk milyar dolar borcun varsa, bunu Ankara'yla iyi geçinerek taşıyamazsınız.
BORÇLARIMIZ ÇOK DEĞİL
Borçlar dedin de, Sabah'ın borçları ne kadar? 1,2 milyar dolar mı?
Öyle afaki bir rakamı, Doğan Grubu ilan ediyor. Bu rakam henüz netleşmediği için, BDDK ile tam anlaşma yapılamıyor. BDDK açıklayacak bunu. Ben, o parasal konularla ilgilenen bir insan değilim. BDDK'nın üzerine çok gidildi. Aldığı kararı Danıştay bozdu. Hani bir zamanlar bürokrat operasyonları olurken başbakan "bürokratlarımız imza atmaya çekiniyor" demişti. Şimdi aynı şey BDDK için de geçerli. Sabah en güçlü gözüktüğü dönemde de borçluydu. Hürriyet Gazetesi de borçlu, Milliyet Gazetesi de borçlu. Grup olarak bakınca, orası daha borçlu elbet.
Eğer yalansa, Sabah'ın borçlarının ayda 200 bin dolar taksite bağlandığı iddialarını niye tekzip etmediniz?
Bir gazetenin öyle bir alışkanlığı yoktur. Hiç aklıma gelmedi, şimdi sen söyleyince geldi. Kendi gazetemde yazmayı yeterli buldum herhalde.
O zaman iddiana yeteri kadar inanmıyorsun.
Hayır, hiçbir şeyle ilgili kullanmadım tekzibi. Çok basın kavgası oldu. Basın kavgasından herkes kendi gazetesinde yazabildiği için mi diye acaba tekzip müessesesi kullanılmıyor.
Onların borcunun sebebi ne?
Medya, para kazanan; ama krizlere de açık bir iş. İki yıldır Türkiye küçülüyor, reklam geliri düşüyor. Ama bir anda, atıyorum, üç bin kişi çalıştırıyorsan, bin kişiye inemiyorsun. Otuz sayfa gazete basıyorsan, 12 sayfa basamıyorsun. Gazeteyi üç yüz bin lira ise, beş yüz binden satamıyorsun. Rekabet ediyorsun sürekli burada.
Ama ölesiye, öldüresiye bir rekabet.
Sabah'ın en büyük zararlarından biri, televizyon kampanyası yaptı. İşte atıyorum Sabah 350 kupona çıktı, Doğan Grubu 340 dedi, bizimkiler 330 dedi. 320 dedi, sonuçta, kârlı olabilecek bir projeden, iki grup da çok ciddi zarar etti. O para mesela, banka kredisi ile yapılan ve faizle büyüyen borçlar. Yani bizim de var, onların da. (NA/NM)
YARIN: ANDIÇ OLAYINDA, BİRAND İLE ÇANDAR'I İKNA ETTİK AMA...
* Nuriye Akman'ın Sabah gazetesi genel yayın yönetmeni Ergun Babahan ile yaptığı iki günlük röportajın ilk bölümü Zaman gazetesinde 29 Aralık 2002'de yayımlandı.