“Eli kalem tutan” sinemacılar denince akla Ferzan Özpetek, Tayfun Pirselimoğlu, Uğur Yücel gibi isimler gelir... Bu isimlerin edebiyat üretirken sinemacı köklerinden beslenmediklerini kim söyleyebilir?
Birçok başarılı kısa filmin altında imzası bulunan Deniz Tarsus da çağdaş edebiyatta işte böyle bir yerde duruyor.
Tarsus’un yazını görselliğin yoğun olduğu, düş gücünün alabildiğine özgür biçimde ortaya konduğu üç öykü kitabından oluşuyor...
Yazar & yönetmen Deniz Tarsus ile öykü kitaplarından kısa filmlerine, mitoslardan gerçekliğe, Kaşgarlı Mahmut’tan Edgar Allan Poe’ya, Gezi’den “memleketim” dediği Bodrum’a uzanan bir sohbet…
Deniz Tarsus kimdir? 1987’de Bodrum’da doğdu. Lise öğrenimini Bodrum Anadolu Lisesi’nde tamamladı. |
Bir yazarla söyleşilecekse “yazmaya nasıl başladın?” sorusu klasiktir. Klişeyi biraz değiştirip şöyle sorayım: sizi yazmaya itenne oldu? “Anlatmasam ölecektim” gibi bir hâl yaşadınız mı?
Hayır yaşamadım, fakat lise ve üniversitede defterlerime notlar alıp öykü taslakları çıkarıyordum dönem dönem, onu hatırlıyorum. Beş senedir daha ciddi çalışıyorum, çünkü öykü çok sıkı disiplin ve mesai gerektiriyor. Umarım kendimi geliştirmeye devam ederim ve daha iyi öyküler çıkar ortaya.
İlk kitabınız Ozo Ozo Çakta’da Asya, Ortadoğu ve bilhassa Türk ve Yunan mitolojisine yapılan göndermeler dikkat çekici. İlk kitap için biraz riskli gibi duran bir yol seçmenizin sebebi neydi?
Türk mitolojisi hakkında araştırma yapmayı çok seviyorum. Çok geniş bir coğrafya ve bölgeden bölgeye belli hikâyeler şekil renk değiştirebiliyor, o yüzden sonu gelmeyen bir araştırma. Ozo Ozo Çakta’yı yazarken okuduklarımdan çok fazla etkilenmiş ve hikâye kurgusunu bu öyküler üzerinden şekillendirmiştim. Şu gün tekrar Ozo Ozo Çakta’yı otur, yaz deseler başka metotlar denerim sanırım. Öyküyü aynı kurgu üzerinden yürütmek yerine, belli kısımlarda mitolojiyle paralel, o dokuyu hissettirecek küçük detaylar sıkıştırırım. Ancak kitaba dönüp baktığımda öyküleri çok içten ve samimi yazdığımı hatırlıyorum. Bu da beni en mutlu eden kısım.
Bir okurunuz olarak Ozo Ozo Çakta’yı Ayrıkotu ve İt Gözü’ne göre daha kişisel daha içsel buldum diyebilirim. Siz ne söylemek istersiniz?
Sanırım öyküdeki en zor bölüm, yarattığım koca güneş sisteminde anlatmam gereken en doğru günü seçmek. Karakteri kafamda derinlemesine işlesem, sonra yaşamına dair her kısmı ayrıntılarla işleyip süslesem de, karakterimin en doğru gününü anlatmak zorundayım. Tabii benim amacıma hizmet etmesi şart. Ozo Ozo Çakta’da sanırım bunu biraz mitolojiden de feyzalarak öğrendim. Benim için bu kitapta en has deneyim bu oldu sanırım. Ayrıkotu ve İt Gözü’nde kendi kurgularımı oluşturmaya çalıştım, bu yönden bu üç kitap ayrışıyor olmalı.
Gelelim Ayrıkotu’na... İlk bölümdeki öykülerin kahramanı bir gezgin. Kendi normlarını üretmiş ya da yapay veya doğal gerekçelerle bir takım kurallara uymaya zorlanmış insan topluluklarının yaşamlarına bir gezginin çıplak gözleriyle ve tarafsız bakışlarıyla bakıyoruz. Peki, olan biteni tarafsız bir çerçeveden izlemek mümkün mü gerçekte? Sen nasıl bakıyorsun yaşadığın ülkeye, ne görüyorsun ilkin...
Türkiye’ye tarafsız bakmam neredeyse imkânsız, çünkü öncelikle yaşadığım ülkeyi çok seviyorum. Ben zannetmiyorum ki, bir insan sevdiği bağ kurduğu bir nesneye, kişiye ya da oluşuma tamamıyla tarafsız bakabilsin. Bir miktar nesnel bakmayı belki başarabilirim, ama katıksız olması bana göre imkansız. Büyürken edindiğim kültür ve hayat şeklime dahi yansıyan bir birikim mevcut. Yurt dışına ilk defa çıktığım zamanı hatırlıyorum. Başka bir kültürle, bakış açısıyla karşılaşmak beni çok etkilemiş ve hatta sarsmıştı. Yadırgamıştım bir miktar, fakat tarihini araştırıp evrilme sürecini biraz olsun idrak edince kafamda taşlar yerine oturmuştu. Bir noktadan sonra kendi toplumumun bana öğrettiği yargıdan kopup ince boşlukta diğer toplumu izlediğimi hatırlıyorum. Çok güzel deneyimdi benim için. Sonrasında Kaşgarlı Mahmut’un hayatını araştırırken emin oldum, topluma ve mevcut olaylarına tamamen yargısız bakabilmesi için karakterim gezgin olmalıydı.
Ben 27 yaşındayım. 18’imden itibaren düşüncelerimi ele almak doğru olur sanırım. Bu on senelik dönem için konuşmak gerekirse, ülkem için içimde çok fazla biriken ve büyümeye devam eden bir hüzün var. Bu ülkede ölmek çok kolay, öldürmek de.
Öykülerinizi hayali bir atmosfer içinde anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Ayrıkotu’nda bütün öykülerin kesiştiği nokta, yargı ve yargılamaktı. Kişi kişiyi, karakter toplumu ya da toplum karakteri yargılıyordu. Okuyucunun da kendine ait yargıları olduğu reddedilemez bir gerçek. Bu yüzden okuyucuyu da gezgin konumunda tutmam ve başka bir kültüre sokmam gerektiğini düşündüm. Gezgini takip etmesini istedim. Ya da tam tersi, yargısı olmadığı bir özne seçtim, hayvan. İnsanın hayvana yargısı yoktur, ya da çok düşük seviyelerde. Okuyucunun yargısıyla öyküde oluşturduğum dünyanın realitesi doğru orantılıydı. Yargıyı azaltmam için bu dünyadan kopmam şarttı. Sonuç olarak karakterleri farklı atmosferler içine koyma fikri Ayrıkotu’yla netlik kazandı, İt Gözü’nde çamurdan arındırmaya çalıştım. Umarım ileride yeni öykülerde bu fikri temizler, parıl parıl karşınıza koyarım.
Kitabınızın ikinci bölümünde kurt, bozayı ve maymunun öyküsü var. Öç öyküleri... Kitabı henüz okumamış birine ilk başta masalsı gelebilir; fakat bu üç metin Aisopos’un fabllarının çağdaş ve karanlık yorumu adeta. Ya da ben böyle yorumladım diyebilirim.
Fabl okumayı hep çok sevdim, fakat bir önceki soruda da dediğim gibi amacım okuyucunun yargı mekanizmasını yavaşlatmaktı. Bu nedenle diyebilirim ki, hayvan kullanmak benim amacım değil aracımdı. Başka bir canlı, yaratık ya da belki de ağaç amacıma hizmet etseydi, onunla yoluma devam ederdim sanırım.
Poe aklınızın ve kaleminizin hep bir yerinde sanki? Gotik edebiyatla ilişkiniz nasıl?
Poe okumaktan çok keyif aldım. İlk tanıştığım zamanı hatırlıyorum, yata kalka yuvarlana okuyup bitirmiştim. Ancak elbette ki başka kültürün meyveleri. “Her memleketin ışığı farklıdır,”derdi hocam. Ben memleketimin havasını daha derin soluyunca birbirinden ürkütücü masal ve destanla karşı karşıya kaldım. Bildik tanıdık motifler ve çocukluğumda dinlediğim fantastik masallarla Poe’nun karanlığını kafamda bir araya getirmek çok keyifli.
Hikâyelerinizde sizin tavrınız hep doğadan yana gibi geldi bana. İnsan türünün yıkıcılığına karşı bir tavır. Gezi Parkı Direnişi’ni merkeze alan kısa filminizi de düşündüğümde, bunu biraz da politik bir tavır olarak okumam yanlış mı olur?
Doğa benim için çok kuvvetli bir yargılayıcı, tıpkı ölüm gibi sorgulanmaz bir güç. Bir afet gerçekleştiğinde insanların usulca ölülerini gömdüğünü görürsünüz. Yaptırım gücü olan bir karakter. Eğer sizi karlar altında bir köyde mahsur bırakıyorsa ve toprak karnını doyurmana müsaade etmiyorsa sıkışıp kaldığınız mekan içinde bir şekilde hayatta kalmaya çalışırsınız. İşte orada ahlak kuralları sıfırlanır. Doğa bu nedenle hem doğurgan, hem de katleden. Ancak kafamda iki bölüm var, insanın yıkıcılığını doğayla anlatmaya çalışmadım hiç. Doğa hep öz, doğa hep tek ve bizden ayrı. Onu, insanın azgınlığıyla özdeşleştirmem çok zor sanırım. Doğa insandan daha kutsal benim için. Fakat Gezi videosu tam anlamıyla belli bir duruş için yapılmış bir işti. Tek amacım insanların orada ne amaç için buluştuğunu elimden geldiğince anlatabilmekti. Bir garip bütünleyen ve birleşen bir ruh vardı Gezi parkında dolaşan. Medyanın saçma anlatımlarından ayrışmak ve biraz olsun ötekileştirilen yüzde 50’lik diye bahsedilen o geniş kitleye internet üzerinden de olsa ulaşmak istedim, ben ve benim gibi film yapan onlarca insan. Kim bilir belki biri yaptığım videoyu izlemiştir ve oradaki başkaldırıya bakışı değişmiştir.
Son öykü kitabın İt Gözü’nde madenlerdeki işçi kıyımı, militarizmin yargısız infazları gibi toplumsal konulara açıkça değiniliyor. Farklı bir şey denemişsiniz gibi. Bu anlamda İt Gözü ile ilgili ne söylersiniz?
Ayrıkotu’nda bu dünyadan kopuk bir atmosfer ve farklı toplumlardan bahsetme yoluna gitmek için sebeplerim vardı, fakat İt Gözü’nde öyküler Anadolu köylerinde geçmeliydi. Kurduğum kompozisyonlar gündemden besleniyordu. Başka bir dünyadan beslenmek, hikayeyi eksik kılacaktı. O yüzden bir hikaye Karadeniz’de, diğeri Bodrum’un bir köyünde geçmeliydi.
Ayrıkotu ve İt Gözü farklı bir yayınevinden çıktı. Bu süreçte öyküde kendini kanıtlamış bir öykücüyle, Faruk Duman’la çalışmak nasıl bir deneyimdi? Duman da “ayrıkotlarından” bahsetmeyi seven bir yazar.
Faruk Duman’la tanışırken de çok heyecanlıydım, çalışırken de. Bir anımız var mesela, aklıma geldiği zamanlar gülümserim. Ayrıkotu dosyası hazırlandı, kapak tasarımı konuşuldu. Bir süre sonra yayınevini ziyarete gittim. Oturduk, sohbet ettik, çayımızı içtik. Tam kalktım, çıkacağım, Faruk Bey oldukça rahat, “Bu arada kitap baskıda, söylemeyi unuttum,” dedi. Tıkanıp kaldığımı hatırlıyorum, epey heyecanlanmıştım.
Faruk Duman, benim edebiyatla olan iletişimim. Hocam, ben öyle görüyorum. Dosyaları okuduktan sonra yaptığı yorumlarla öyküye taşıdığım fikri şekle sokmadan bana hep yol gösterdi, o yüzden benim için çok kıymetli onunla geçirdiğim vakit.
Öykülerinizde genellikle erkek karakterler tercihiniz. Kasıtlı bir seçim mi yoksa üzerine çok da düşünme gereği duymadığınız bir durum mu bu?
Erkek ya da kadın karakter kafamı yoran bir ayrıntı değil. Öyküye verdiğim hareketi hangi karakter en doğru şekilde kaldırıyorsa onunla yola devam ediyorum.
Bodrum kökenli bir yazar oluşun Cevat Şakir’i getirdi aklıma ilk. Siz de kendinize yakın bulur musunuz Halikarnas Balıkçısı’nı?
Bodrum’daki evimizde Cevat Şakir’in neredeyse bütün kitapları mevcut sanırım. Lisede kitaplarını okumuştum. Denizi seyretmeyi çocukluğumdan beri çok severim, garip bir çocuktum biraz. İnsanmış gibi denizle konuşurdum, oyun oynardım, onu hatırlıyorum. Denizle olan bağım kuvvetli olduğu için belki de, büyüdüğümde Halikarnas Balıkçısı’nı okurken deniz tasvirlerini içe içe okuduğumu hatırlıyorum. Kafamda çok net canlanan karakter ve olaylar. Cevat Şakir’den çok etkilendiğimi hatırlıyorum tabii. Ve elbette es geçmemek lazım,Bodrum’da çocukluğumdan berietrafımdaki çoğu insanın sahiplenip saygı duyduğu Bodrum’un “gerçek” entelektüellerinden biri Cevat Şakir.
Bodrum’a ait bir mekânı ve bir aile bireyini dâhil ederek çektiğiniz kısa filminiz var. Bodrum’un ürettiğiniz işlere ne tür bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?
Bodrum’da yaşadığım çocukluk için ne kadar şanslı olduğumu, şehirde doğup büyümüş arkadaşlarımla tanıştığımda anladım. Çok fazla oyun oynadım, hep sokaktaydım. Çok sakardım, dizlerim hep yaraydı. Hala izleri duruyor. Ne denirse densin sonuçta çok güzel bir çocukluk geçirdim. Şu gün de sorduğum birçok sorunun merkezinde Bodrum var. Ne yazık ki benim memleketim dönüşen, evrilen yerleşim yerlerinden. Göç; köylüsünü, mimarisini, kültürünü, hatta damak zevkini değiştirmekte. Evimi her ziyaret ettiğimde bir şeylerin değiştiğini görüyorum. Bu dönüşümü öyküde sorgulamaya ve mantıklı bir sonuca varmaya çalışıyorum. Ancak göçte sebep-sonuç sorgulaması yapılsa da, toplumsal çoklu hareket. Yargılamak, başka sorular sorduruyor. Bunu en net Orhan Pamuk’ta görüyorum.
Bunların dışında Bodrum’da babamın mandalina bahçesini çektiğim kısa bir video mevcut. Babamla bahçesi ve kaygıları üzerine kısa bir röportaj yapmıştım. Bundan kısa bir video çıktı. “Memleketim” adında bir video var bir de. O da Bodrum’un köylerini dolaşıp güzel insanlarını çektiğim görüntülerden oluşturduğum bir kompozisyon diyelim. Çok isteyerek ve fazla keyif alarak yaptığım iki video işi Bodrum’dan. Son olarak bir de belgesel var süngerciler hakkında. Uzun soluklu, zorlu bir proje oldu, fakat umuyorum bitecek ve onu da sunacağım.
Uzun süredir İstanbul’da yaşıyorsunuz. Kozmopolit bir mekânı merkeze alan hikâyeler anlatmak var mı aklınızın bir ucunda?
Neden olmasın... Mekan ve karakter, his anlatmak için bir araç. Eğer ileride kurmak istediğim kompozisyon için şehrin doğru mekan olduğuna karar verirsem, elbette kullanırım.
Son olarak üzerinde çalıştığınız yeni bir dosya var mı?
Evet, elbette. Çalışmak için her zaman bir sebep var…(DP/NV)